Şendoğan YAZICI yazdı...
1995 yılının 1 mart günü, henüz yirmili yaşlarımın başındaydım ve istanbul’a geleli bir ay olmuştu. Gençliğin sesi dergisinde yazı işleri müdürü olabilmek için karadeniz’den büyük şehre adım atmış, hayatımın macerasına başlamıştım. O gün dergideki mesaiden çıkıp bir arkadaşımla sirkeci postanesi’nin önünde buluştuk. Arkadaşım, postanenin önündeki telefon kulübesinden bir arama yaparken ben birkaç adım geride durup etrafı izliyordum. İstanbul’un akşamüstü kalabalığını seyre dalmışken, aniden yanımıza bir polis ekibi yaklaştı. Polisler kimlik kontrolü yapmak istedi ve üst araması yaptılar. Üzerimdeki çantadan Evrensel kültür dergisinin bir nüshası çıkınca birdenbire bana farklı gözle bakmaya başladılar. “şüpheli şahıs” ilan edilmem uzun sürmedi. Ne olduğunu tam anlayamadan koluma girip sertçe tutarak beni apar topar Eminönü emniyet müdürlüğü’ne götürdüler...
Karakolda hakkımda hızlıca gözaltı işlemi yapıldı. yaklaşık bir saat sonra terörle mücadele (TEM) şubesinden birkaç sivil polis geldi. Tutanak hazırlanırken polisler nerede kaldığımı sordular. İstanbul’da geçici olarak kaldığım arkadaşımın adresini vermemek için, “nerede kaldığımı söylemek zorunda değilim,” diyerek direttim. TEM ekibinden biri alaycı bir tebessümle bana yaklaştı ve sakin bir sesle, “o işi bize bırakın, biz biraz dolaşıp nerede kaldığını öğreniriz,” dedi...
Bu sözlerin ne anlama geldiğini pekâlâ anlamıştım. Hemen koluma girdikleri gibi, plakası hâlâ aklımda: 34 RV 898 olan beyaz renkte bir toros marka araca beni bindirdiler. İstanbul kazan, biz kepçe misali bütün şehri dolaştıracakları bir “işkence turu” başlıyordu sanki. Arabanın içinde sürücü koltuğunda bir polis memuru, yan koltukta muhtemelen bir komiser; arka koltukta ise iki sivil polisin ortasında ben oturuyordum. Otomobil hareket eder etmez yumruklar ve küfürler havada uçuşmaya başladı. Yoğun kaba dayak ve türlü hakaret, benim için uyguladıkları “sorgulama” yöntemiydi...
Dört saat boyunca aralıksız bir şekilde istanbul’un sokaklarında turlayarak beni vahşice dövdüler. Öndeki polis, torpidodan çıkardığı tabancasını arkaya doğru uzatıp silahın kabzasıyla yüzüme vuruyordu. Bir anda ağzım sıcak bir kanla doldu; ön dişlerimden üçü, o darbenin etkisiyle kırılıp parçalandı. Arka koltuktaki polislerden biri kollarımı ve bacaklarımı kıskıvrak tutarken, diğeri ara ara üstüme çöküyor ve tabancanın namlusunu şakağıma dayıyordu.
Silahın mekanizmasını şak diye kurup tetiği oynatarak beni öldürmekle tehdit ediyorlardı. Nefes alışverişlerim hızlanmış, kalbim göğsümü parçalayacakmış gibi çarpıyordu; fakat ne pahasına olursa olsun arkadaşımın adresini söylememeye kararlıydım...
Şehir turu sırasında, bir ara haliç kıyısında Eyüp taraflarına geldik. polislerden biri camdan dışarı, karanlık sulara bakarak “bu orospu çocuğunu haliç’e atalım. Tutanak bile tutulmadı; geberip gider,” diye önerdi. Bir diğeri, araç boğaz köprüsü’nden geçerken alaycı bir tonla “bence anadolu yakasında kalıyorsun sen!” diyerek işkenceye devam etti. Beni konuşturmak için akıllarına gelen her yöntemi deniyorlardı. Hakaret ve küfürlerle psikolojik baskıyı artırmaya çalıştılar...
İçlerinden biri yüzüme doğru eğilip, tükürükler saçarak “hangi parkın hangi bankında yatıyorsun lan amına koduğumun çocuğu? Hadi, bir bank adı söyle lan, piç!” diye bağırdı. Her küfürde içim öfkeyle doluyordu. Buna rağmen tek bir kelime etmiyordum. Kendimi korumak için değil, sırf masum bir arkadaşımın evini ele vermemek için dişimi sıkıp dayanıyordum. Trabzon’da yıllarca polis baskınlarında polis bizi evden sabahın köründe alsa bile adresimizi söylememeyi racon bilirdik...
Bizim memlekette kural belliydi: Arkadaşının evini vermezsin. Şimdi bu inadıma anlam veremeyen işkencecilere inat, içimden “öldürseniz de söylemeyeceğim” diyordum. Sonunda, yaklaşık dört saatlik gezici işkencenin ardından polisler yorulmaya başladılar. Soluk soluğa kalmış, birbirlerine bakıyorlardı. Fakat pes etmiş değillerdi; benden istediklerini alamadan bırakmaya niyetleri yoktu. Aralarında kısa bir fısıldaşmadan sonra, arabayı tarabya tarafına doğru sürmeye başladılar...
Gece yarısına doğru, beni tarabya’daki bir polis merkezine getirdiler. belli ki kendi enerjileri tükenince, işi başkalarının şiddetine devretmeye karar vermişlerdi. Kolumdan sürükleyerek araçtan indirdiler ve karakola soktular. İçerideki nöbetçi polislere adeta bir paket teslim eder gibi beni bırakıp “hadi, biraz da siz eğlenin” dercesine kenara çekildiler. Tarabya karakolunun polisleri, olayı hiç sorgulamadan emir almışçasına bana vurmaya başladılar. Yarı baygın haldeyken bile tekme darbelerini, üzerime inen copları hissediyordum. Yaklaşık yarım saat boyunca yerlerde sürüklendim, defalarca tekmelendim, yumruklandım. buna rağmen, ağzımdan kaldığım yerin adını alamadılar.
En sonunda Tarabya’dakiler de yoruldu veya durmaları gerektiğini düşündüler. Beni öldüresiye dövdükten sonra istediklerini öğrenemeden vazgeçtiler. Kolumdan tutup tekrar ekip arabasına geri tıktılar. Sabaha karşı yaklaşırken, başladığımız yere, Eminönü emniyetine geri dönmüştük. Bu kez karakolda garip bir sessizlik hakimdi. Beni yeniden gözaltı hücresine koydular ama artık kimse dokunmadı, sorguya bile almadılar...
Belki de uğraşmanın faydasız olduğunu anladılar ya da yaptıklarının ortaya çıkmasından çekindiler. Üzerimdeki kahverengi deri mont paramparçaydı. Ön dişlerimin üçü kırılmış, dudaklarım patlamış, ağzım burnum kan içindeydi...
O akşamüstü, beni Haseki Hastanesi’nde adli tıp bölümüne götürdüler. Vücudumdaki bereleri rapor altına almaları gerekiyordu. Doktor, muayene odasında polislerin dışarı çıkmasını ısrarla istedi ve yalnız kalınca yumuşak bir sesle “kötü davrandılar mı sana?” diye sordu. Ben başımdan geçenleri daha tam anlatmaya başlamadan, yüzümdeki halim her şeyi açıklıyordu. Doktor dikkatlice üzerimi inceledi, birkaç not aldı ve sonunda 10 gün iş göremez raporu yazdı. “Darp ve cebir izleri vardır” şeklinde tuttuğu tutanakla, maruz kaldığım şiddeti belgeler nitelikteydi...
Polisler itiraz etmeye kalktılarsa da nafile; Doktor kararlı bir şekilde, imzasını atıp raporu polislere verdi. Bu rapor sayesinde olacak, polisler beni savcılığa bile çıkarmadan apar topar serbest bıraktılar. Hiçbir suçlama yöneltilmeden, gecenin ilerleyen saatlerinde kendimi sokakta buldum. İstanbul’un serin gece havasını iliklerimde hissederken serbest kalmanın şaşkınlığını yaşıyordum. Bunca dayağın, bunca çilenin ardından özgürdüm; ama paramparça bir hâldeydim...
Ayakta zor durarak, doğruca sığındığım arkadaşımın evine gittim. Kapıyı açtığında hâlimi görüp dehşete kapılan arkadaşım, başımdan geçenleri öğrenince bu sefer bana öfkelendi. “oğlum sen illegal misin, ne haltsın? Kendini öldürtecektin, neden söylemedin adresi!” diye çıkıştı. Kendi canımı tehlikeye atmamı çok gereksiz buluyordu.
İstanbul’daki dostlarım, benim bu “adres vermeme” ısrarımı anlamsız bir inat olarak görüyordu. Oysa Trabzon’da polis hangi evi basarsa bassın, arkadaşının evini ele vermemek bizim rutinimizdi. Arkadaşım kızgınlıkla sitem etse de, ben kimseyi ele vermemiş olmanın iç huzuruyla yaralarımı sarmaya çalıştım...
Yaşadığım onca vahşetin yanlarına kâr kalmasına göz yummaya hiç niyetim yoktu. Trabzon’da da başımıza ne gelirse gelsin, ertesi gün gidip savcılığa suç duyurusunda bulunmak bir rutinimizdi. İstanbul’da da aynı yolu izlemeye karar verdim. Ertesi gün, vücudumdaki morluklar daha taptazeyken Sultanahmet adliyesi’nin yolunu tuttum. Başımdan geçenleri tüm detaylarıyla anlatan bir dilekçe ile sorumlular hakkında suç duyurusunda bulundum...
Suç duyurusunu yapmamın üzerinden yaklaşık iki ay geçmişti ki emniyetten beni aradılar. Meğer savcılık dilekçemi ciddiye almış, işkenceyle ilgili dava açmış. Dahası, içişleri bakanlığı’ndan müfettişler olayı soruşturmaya bile başlamış. Gidip yaşadıklarımı en ince ayrıntısına kadar tekrar anlattım...
Beni alıp dönen polislerin eşkallerini tarif ettim; mevcut fotoğraflar üzerinden teşhisler yaptım. Nihayet işkenceciler hakkında ceza davası açıldı ve yargılama süreci başladı. İlk duruşmaya avukatımla, yani Kamil abiyle birlikte katıldım. Mahkeme salonuna girince yılların alışkanlığıyla doğruca sanık sandalyesine geçip oturduğumu fark etmem biraz zaman aldı...
Daha yerimi bulamadan Kamil abi kolumdan tutup “ne yapıyorsun, sen bu taraftasın,” dercesine beni tanık kürsüsüne adeta sürükledi. O an utancımdan gülümsedim; hayatımda ilk defa sanık değil, mağdur sıfatıyla orada bulunduğumu kendime hatırlattım. Sonraki duruşmalara çoğunlukla tek başıma gittim. Her celse öncesi adliye koridorlarında sanık polislerle burun buruna geliyordum...
Beni tek yakaladıklarında, omuz atarak yanımdan geçiyorlar ve alçak bir sesle küfürler savuruyorlardı. Gözdağı vermek istedikleri belliydi; ama ben artık korkmuyordum. Yılgınlık göstermeyeceğimi anlayınca koridorda söylenen hakaretler de zamanla kesildi, sadece yüzlerini saklamaya çalışıyorlardı. Mahkeme sürecinde bir gün, benden işkence yapan polisleri teşhis etmem istendi. Sanık sandalyelerinde oturan gruba dikkatle baktım; aralarından üçünü tereddütsüz parmağımla işaret ettim...
O an sanıklardan biri, belki de çaresizlikten, akıllara ziyan bir savunma yaptı: “Ben terörde çalıştığım için estetik yaptırdım, beni tanıması imkânsız,” diye kekelemeye başladı. Bu sözlere hakim bile gülümsedi. sahiden de o polis estetik yaptırmış olsa bile, bana yaptığı eziyeti asla unutmamıştım ve onu o estetikli haliyle de tanıyordum. Dava ilerlerken öğrendiğim kadarıyla polislerden biri Yozgat’a, bir diğeri Ordu’ya tayin olmuştu...
Ancak mahkeme süreci beklentimin aksine sonuçlandı: Uzun yargılamalar sonunda işkenceci polislerin hepsi beraat etti. Aslında bu sonuca çok da şaşırmamam gerekirdi; devranın böyle döndüğünü bilecek yaştaydım. Yine de insan umut ediyor işte. Avukatımla birlikte temyize gittik, itiraz dilekçeleri verdik. Türkiye’de sonuç alamayınca bu kez hakkımızı avrupa’da aramaya karar verdik. Dosyamızı hazırlayıp avrupa insan hakları mahkemesi’ne (AHİM) başvurduk. Yıllar süren bir bekleyiş başlamıştı...
O karanlık gecenin üzerinden tam 6-7 yıl geçmişti. Hayat bir nebze normale dönmüş, ben de gündelik koşuşturmanın içinde davayı neredeyse unutmaya başlamıştım. Bir öğle vakti telefonum çaldı. Arayan Kamil abi’ydi. “neredesin, hemen iş bankası pangaltı şubesine gel.” koşar adım pangaltı’daki bankaya gittim. Kamil abi’nin yüzünde beliren gülümseme her şeyi anlatıyordu: Strasbourg’dan zafer çıkmıştı! meğer AHİM, polis işkencesi nedeniyle türkiye’yi mahkûm etmiş. Mahkeme kararı kesinleşince, içişleri bakanlığı uzlaşma yoluna gitmek istemiş...
Önerdikleri tazminat miktarı tam 15 bin euro idi. Dile kolay, on beş bin euro! yıl 2003 ya da 2004. O zamanlar için muazzam bir paraydı bu. Avukat masrafları düşüldükten sonra bile elime yaklaşık 28 milyar lira (yeni parayla 28 bin lira) geçecekti. Dört saatlik bir işkencenin, kırılan dişlerimin, çekilen acılarımın maddi karşılığı olabilir miydi? Elbette hiçbir para yaşananları silemezdi...
Ama yine de içimde tarif edemeyeceğim bir rahatlama ve sevinç belirdi. “adalet geç de olsa yerini buldu,” diye geçirdim içimden, “hiç yoktan iyidir.” Bankada işlemleri başlatmak için vezneye geçtik. Veznedar, uzlaşma kapsamında ödenecek 15 bin euro’yu deste deste önümüze koymaya başladı...
Bu kadar parayı ilk kez bir arada görmüş ve parayı taşımak için bir çanta bile yanıma almayı düşünmemiştim. Hemen oracıkta bir banka hesabı açtırdım. paranın büyük kısmını hesaba yatırdık. Yalnız o anın hatırası olarak küçük bir desteyi nakit alıp cebime koydum. “Bedavaya dayak yemedim,” diye acı acı gülümsedim kendi kendime. Böylece uzun bir hukuk mücadelesinin sonunda bir nebze olsun hakkım yerini bulmuştu...
Arkadaşlarım ise bu olayı dillerine pelesenk edip benimle dalga geçmeyi ihmal etmediler. onların dilinde bu yaşadıklarımın adı çoktan “15 bin euroluk dayak” olmuştu bile. Ne zaman sohbet arasında konu açılsa, “senin o 15 bin euroluk dayak var ya.” diyerek takılır, gülerlerdi. Ben de acıyla karışık bir gururla ve buruk bir gülümsemeyle onları dinlerdim...
Evet, benim beyaz toros hikâyem de böyleydi unutulmaz anılarım arasında yerini acısıyla tatlısıyla almış olan 15 bin euroluk bir dayak olarak...