İktidar bir karikatüre nasıl saldırır?

İktidar bir karikatüre nasıl saldırır?

Ece AKIN...
Galatasaray Üniversitesi...

“Burası Müslüman Anadolu toprağı, herkes şunu unutmasın: Ya biz gideceğiz ya onlar gidecek, ya onlar ölecekler ya biz öleceğiz.”

Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim; 30 Haziran gecesi, LeMan dergisinde çıkan bir karikatüre ithafen şeriatçı bir grubun dergiyi talan etme girişimi ve meydanların halklara kapatılışının belki de en bariz örneği olan Taksim’deki toplanma, bu olayın Temmuz Madımak Katliamı’nın yıldönümüne bu kadar yakın yaşanması bir rastlantı değil. Saldırı çağrısını İBDA-C’ye yakınlığıyla bilinen Büyük Doğu Akıncıları Gençlik Teşkilatı’nın yapması; “Yaşasın şeriat” sloganları, tekbirler, ölüm tehditleri, kitleye “ya onlar ölecek ya biz öleceğiz” lafının böylesi bir cüretle ve özgüvenle dillendirilebiliyor olması mevcut iktidar çatısı altında hiç görülmemiş bir şey değil. Ve en yakın tarihten hareketle, mart eylemlilikleri süresince, direnişi tutuklamalarla zapt etmeye çalışan, mücadele edenleri işkenceyle, şiddetle gözaltına alan, tüm bir muhalefet gücünü zor ve baskıyla sindirmeye çalışan, gençleri ve öğrencileri soruşturmalarla durdurmaya çalışan iktidarın, iktidar polisinin tüm bunlar yaşanırken esamesinin okunmamasıysa şaşırılacak bir durum değil...

“Selamün Aleyküm” ve “Aleyhem Salom”

LeMan dergisine yapılan saldırı ve takibindeki tartışmalar, tarihsel sürekliliği ve iktidar-toplum ilişkilerinde kolay kolay değişmediğini gördüğümüz gericiliği bir kere daha gün yüzüne çıkaran çarpıcı bir yankı olarak yer buldu kendine. Şeriatçı grupların önüne çekilmeyen engelleri, tarikat ve cemaatlere teslim edilmiş kurumları, hayatın ve üretimin her damarına teshir edilmiş dinci-gerici ajandanın aynı iktidar tarafından çıkarları lehinde harlandırıldığını düşünürsek de devlet destekli/eliyle ilmek ilmek örülen programın sonucu olarak gerçekleşenler bize bazı şeylerin tekrar ettiğini gösterdi. Bu sefer de kamusal sanat, kolektif eleştirinin hicivle vücut bulduğu bir kuruma “dini değerleri alenen aşağılama” suçuyla karikatür gerekçelendirilerek hedeflendi ve Sivas'ı yakan aynı zihniyetin güncellenmiş temsilcileri karikatüristleri gözaltına aldırmakla da kalmayarak, kamuoyuna linç çağrısı yaptı ve arkasına aldığı hükümet gücüyle sokağa saldıkları gerici çeteleri “hassasiyetli yurttaşlar” olarak aklamaya çalıştı. Bununla da kalınmadı, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın art arda attığı tweetlerle dergi hükmünde açıklamalar yaparak linç kampanyasını, var olmayan bir dini değerlere saygısızlık, alenen olmayan aşağılamaya rağmen büyüttü. Peki karikatürde ne vardı? Muhammed ve Musa isimli iki karakterin bombalanmış bir şehrin görüntüsü üzerinde “Selamün Aleyküm” ve “Aleyhem Salom” diyerek selamlaşması…

Süreci düşündüğümüzde bunu yalnızca tarihin tekerrürü değil, devlet aklının laikliğe ve özgür ifadeye karşı gösterdiği sürekliliğin kendisi olarak okumak mümkün, faşizmin kurumsallaştırılmasında kimi dini figürler bir toplumsal muhalefetin yükselmesini, halk hareketinin oluşmasını engellemek için parlatılmış siyasete dönüşüyor ve LeMan’a yöneltilen saldırı da, benzer şekilde halkın eleştirel düşünme yetisini kırmak için estetize edilen bir değerler yargısıyla örgütlenmiş bulunuyor. İdeolojinin kültür yoluyla işlendiğini ve iktidarın yalnızca baskı değil, temsil, anlatı ve gündelik hayatı kodlayan normlarla da var olduğunu ifade ediyor, bugün açısından da bir karikatür üzerinden yürütülen şiddet hazırlığı kapitalizmin dini bir zor aygıtı olarak kullandığı kültürel hegemonya biçiminin yansıması diyebiliriz, derginin yayımladığı bir karenin yalnızca çizgisel bir mizah değil ama hâkim ideolojinin simgesel temsillerine yönelen bir çatlağın işaretini oluşturuyor çünkü, ve tam da bu yüzden tehlikeli bulunuyor...

İşte bu bağlamda burjuva iktidarı için tehlikeli olan bir fikirle sınırlı kalmıyor; o fikrin farklı biçimlerde üretimlerinin, çizgisel, resmen, duyuda izdüşümünün daha geniş çevrelerde alternatifi uyandıracak bir yankıyı bulma ihtimali anlamına geliyor. Dolayısıyla karikatüristlerin ters kelepçeyle gözaltına alınması, bakanların “nifak”, “provokasyon” ve “ahlaksızlık” gibi suçlayıcı kavramlarla kamuoyunu yönlendirmesi; bir sanat biçiminin değil, bir kültürel direniş hattının dinci-gerici infazın gösteriyor. Bu şekildeki saldırıların, kapitalist sistem ve temsilcisi hükümetlerin medya, aile, eğitim, din gibi ideolojik aygıtlarının yetmediği yerde polis, sokak milisleri, yargı gibi fiziksel aygıtların devreye girdiği otoriter tahakküm biçimlerinin organik bir bütün oluşturduğunu da gözlemleyebiliyoruz...

Makbul inanç ve hegemonya...

Sokağın kimlere açıldığını ve kimlere izin verilmediğini, rejimin kime ait olduğunu ve kimin karşısına ne zaman, ne biçimde çıktığını gösteriyor bunlar, nasıl 1 Mayıs’ta emekçilere, 8 Mart’ta kadınlara, Onur Yürüyüşü’nde LGBTİ’lere kapatılan sokakların “şeriat isteriz” sloganı atan bir avuç gericiye açılması yalnızca güvenlik zaafı değilse, bunun yanı sıra bir politik tercihin de ifadesini oluşturuyor. Bir taraftan da laikliğin yalnızca askıya alınmakla kalmadığını, “ticari değeri kalmamış” bir vitrin süsü gibi kenara itildiğini ve yerine, sadakat üreten bir dinci otorite inşa edildiğini ortaya seriyor. Kültürel belleği yok etmek, alternatif düşünceyi kriminalize etmek, halkın üretimlerini ve rejime karşı duruşunu felce uğratmak için yürütülen bir strateji aslında...

Bugün yapılması gereken yalnızca bir saldırıyı teşhir etmek değil; onun bağlandığı tarihsel ve ideolojik zemini kavramak olarak önümüzde duruyor. Bu sebeple düşüncenin, eleştirinin iç içe geçtiği ve birlikte kurduğu toplumsal muhalefet dokusuna karşı yapılan bu saldırıların laiklikten uzaklaştığı gibi içini de boşaltan, dini siyasallaştıran, sanatı hedef tahtasına koyan bir devlet aklının devamlılığını temsil ettiğini elimizde tutacak olursak tek adam rejiminde laikliğin nasıl karşılık bulduğunu tartışmaya açabiliriz. Keza Erdoğan iktidarında laiklik bir anayasal ilke olmaktan çok, yönetilecek halk kitlesini yeniden dizayn etmenin karşısında duran bir araç haline getirilmiş durumda, burjuva siyasetin de kontrollü bir inanç sisteminin garantörü olmak adına laiklik ilkokuldan beri gördüğümüz kavramsal karşılığıyla din-devlet işlerinin ayrılması, yurttaşların vicdan özgürlüğünü değil; rejimin hegemonya üretme biçimlerinden biri olan “makbul inanç” anlayışını güvence altına alacak şekilde de laf salatası olarak kullanılabiliyor. Çünkü gerçek anlamıyla laiklik, yurttaşların yalnızca dini inançlarını değil, düşünceyi, ifadeyi, sanatı, cinselliği ve siyasal duruşu özgürce yaşayabilmesini garanti altına alır, bu ise, AKP iktidarının otoriterleşme süreciyle bağdaşmıyor ve bu yüzden laiklik hedef alınıp “din özgürlüğü” parantezine alınarak kadükleştiriliyor. Laiklik bir yandan hedef alınırken diğer yandan sermayenin ihtiyaç duyduğu “dini disiplin” mekanizmaları olarak yeniden şekillendiriliyor üstelik, Erdoğan rejimi, neo-liberalizmin denetimsiz piyasasıyla muhafazakârlığın disiplinli toplum yapısını birleştiren hibrit bir model kurmaktan geri durmuyor. Yani bu düzenin laikliğe karşı gelişi, dini saiklerle değil; sınıfsal stratejilerle ilgilidir. Dindar ve kindar bir nesil, yalnızca kültürel hegemonyayı sağlamak için değil; itaatkâr, ucuza razı gelen, örgütsüz bir iş gücü yaratmak için inşa ediliyor...

Madımak’tan Taksim’e...

“Çok iyi görünüyor buradan, harika oldu ya. Yakacaksın ki bunları böyle, bez olacak ki bez bez.”

Laikliğin neden Erdoğan iktidarında tehdit görüldüğü, şeriatçılığın bu iktidar açısından neden işlevsel olduğu ve Madımak Katliamı gibi lekelerin Türkiye siyasetinde nasıl bir eşik oluşturduğunu, bugüne nasıl bağlandığını açıklamak gerekiyor. Rejimin laikliği tasfiye etmeye yönelmesinin temel nedeni toplumu ortak bir şeriatçı-muhafazakâr normlar seti etrafında şekillendirerek siyaseti polarize etme ve yönetme becerisini sürdürme ihtiyacından kaynaklanıyor, laiklik de bu stratejinin karşısında duran tehlikeli bir kuvvet olarak görülüyor çünkü kutsalın mutlaklığına karşı gündelik yaşamın otonomisini savunan bir laik yönetimin karşısında rejim çoğulculuğu değil, sadakati istiyor. Şeriatçılık da mevcut iktidar açısından teorik bir fantezi değil, siyasal bir pratik alanına dönüşüyor. Rejim her ne kadar doğrudan kendi ağzından şeriat talebinde bulunmasa da şeriatçılığın sokağa salınmasına sessiz kalarak, hatta kimi zaman “hassasiyet” diyerek meşrulaştırarak muhalefeti bastırmanın yarı-resmî aracı hâline getiriyor. Bir bakıma bir arka bahçe, saray rejiminin o ya da bu sebeple açıkça söyleyemediğini bu yapılar dillendiriyor, devletin resmî ideolojisinde bulunamayanı bu gruplar şiddetle uyguluyor. Madımak nasıl bu hareketin dönem iktidarında “müdahale etmeyerek” teşvik ettiği bir eşikse günümüz iktidarı da bugün hedef gösterilen karikatüristi gözaltına alarak saldırıyı ödüllendiriyor, gerici-faşist ideolojinin toplumsal şiddete tahvil edildiği bir eşiğin zihniyette hâlâ canlı ve sistematik olarak aşıldığını gösteriyor. Geçmişin hesabı sorulmadığı için bugünde cesaret bulan, cezalandırılmadığı için teşvik edilen bir zihniyetin yeni kostümlü versiyonu oluyor...

Bugün savunmamız gereken de, laikliğin tasfiyesini hızlandırmak isteyen bir siyasal hattın karşısında geleceğin toplumsal tahayyülüdür, Ama bu tahayyül de bir rastlantı değil, şaşırılacak bir duruş değil, görmediğimiz bir şey de değil; Madımak’tan bu yana yaratılmak istenen karanlığa karşı, şeriatçı çetelere karşı demokrasi ve laiklik mücadelesinin büyütülmesi ihtiyacının gerçekliğidir...

NOT : Bu yazı Günlük Evrensel Gazetesi'nden alınmıştır…

Önceki Haber "Sanat geçmişle yüzleşen ve geleceğe umutla bakan bir çağrıdır..."
Benzer Haberler
Rastgele Oku