KARL MARX, ULUSLARIN ÖZGÜR HALKLAR OLARAK KURULUŞU VE İNSANLIĞIN KURTULUŞU...

KARL MARX, ULUSLARIN ÖZGÜR HALKLAR OLARAK KURULUŞU VE İNSANLIĞIN KURTULUŞU...

Prof. Dr. Doğan GÖÇMEN yazdı…

Karl Marx’ın ulusal meseleler konusunda fazla bir şey söylemediği, hatta sömürgeciliği savunduğu gibi gerçeği yansıtmayan savlar çok konuşuldu. Onun ulusal meseleyi toplumsal-sınıfsal meselelerle ilişkilendirmiş olması eleştirildi, çünkü ulus sınıflar üstü bir problem olarak kavrandı...

Fakat öyle görünüyor ki Marx’ın bu konuda söyledikleri bugüne kadar güncelliğini korumakla kalmıyor, tersine, onun bu konuda söyledikleri özellikle bugün daha da güncel olmuş ve geçerlilik kazanmıştır.Nasıl yani, ne demek bu diye, şaşıranlarımız, hayıflananlarımız olacaktır. Ağırlıklı olarak 19. yüzyılın ikinci yarısında yazmış olan Marx’ın ölümünün üzerinden bunca yıl geçmişken, artık bir sanal dünya, internet ve sosyal medya çağında yaşıyorken, dijitalleşme tam hızıyla ilerlerken, “evrensel akıl” olarak yapay zeka herşeyin yerini alırken hala Marx’ın görüşlerinin geçerliliğinden bahsetmek saçma değil midir?

Hayır, tersine Marx’ın (ve Engels’in) bugüne kadar derinlemesine analiz edilmemiş olan  "işçilerin vatanı yoktur"şiarını derinlemesine analiz etmek gerekmektedir.Marx’ın ulusal meseleye nasıl yaklaştığı, fikirlerini neye dayandırdığı, nasıl bir dünya tasavvur ettiği ve bu dünyayı nasıl kurmak istediği, mevcut dünyadan amaçlanan mümkün dünyaya geçişin öznesinin kim olacağı sorusuna verdiği yanıtlar bugüne kadar yeterince anlaşılmamıştır. Marx’ı bugün 20. yüzyılda yaşanan deneyimlerin sunduğu tarihsel bilginin ve derinleşen Marx araştırmalarının ve empirik olarak gözlemlenen uluslararası göçlerin sonuçları gibi yeni verilerin ışığında yeniden okumak gerekmektedir...

Marx’ın bu konuda yeterince anlaşılmamasının en önemli nedenlerinden birisi, bizim bugün hala Marx’ın aşmak amacıyla eleştirdiği modern dünyanın ulusları inşa ediş biçimi ve ulusların birbiriyle bugünkü hakim ilişkilendirme tarzının çerçevesinde düşünüyor olmamızdır. 
Marx eleştirisinde mevcut dünyanın karşısında mümkün daha özgürlükçü yeni bir dünyaya dair bir perspektif kazanmak için en gelişmiş olandan hareket eder. Fakat onun eleştirdiği en gelişmiş olan, onun eleştirisinden onlarca yıl sonra gelişimini hala sürdürebilir. Biz onun eleştirisinin bu yöntemsel yanını dikkate almadığımız ve hakikate yalnız mevcut olan açısından, sadece fenomenolojik yüzeysel olarak baktığımız, mevcut olanı mümkün potansiyelleri açısından yeterince kavramlaştırmadığımız için Marx’ın görüşleri son derece anlamsız, gerçeklikle ilişkisi yokmuş gibi gelebilir...

Modern dünya, ulusları büyük kanlı mücadelelerle de olsa ve hala sayısız problemler bulunsa da büyük imparatorlukların tahakkümünden kurtardı, onlara kendilerini inşa edebilecekleri ve üzerinde “egemen” oldukları bir alan da sundu. Ama modern dünya ulusları özgürleştiremedi, çünkü uluslara bir devlet örgütlenmesi çerçevesinde egemenlik olanağı sunsa da insanlığa vaad ettiği kurtuluşu gerçekleştiremedi, gerçekleştiremediği gibi bu ilk emelinden de çoktan vazgeçmiştir. Oysa modern dünyanın feodal dünyaya karşı zaferini getiren en önemli argümanlardan birisi buydu: insanlığın kurtuluşu...

Bu bakımdan modern dünya artık ulusların devletleşmesi bakımından tüm potansiyellerini tüketmiştir. Bu konuda gözlemlediğimiz güncel gelişmeler modern dünyayı gerici yeniden örgütleme çabasından başka bir şey değildir. Marx’ın eleştirdiği modern dünyada uluslar kendilerini nasıl inşa etmiştir? Uluslar kendi başlarına egemen olduğu modern dünyada birbirleriyle olan ilişkisini neye göre nasıl şekillendirmiştir? Neredeyse tüm ulusların kendilerini inşa ederken perspektiflerine yerleştirdikleri insanlıkla bütünleşme arzusundan vazgeçip insanlığın geri kalanıyla sürekli bir rekabet içinde olmaları ne anlama gelmektedir?
Hegel’in “Hukuk Felsefesi”nin sonunda son yargı mercisi olarak tanımladığı dünya tarihinin gidişine dair sunduğu son derece epik dramatik sahne hepimiz için korku vericidir...

İlgili paragrafları sunulan büyük insanlık dramını bütün ruhumuz sarsılmadan, tüm bedenimiz tir tir  tiredemeden okuyamayız. İnsanlık sanki önceden programlanmış bir makine gibi ilerliyor ve ilerlerken önüne ne çıkarsa, haklı veya haksız, iyi veya kötü, güzel veya çirkin, doğru veya yanlış ne çıkarsa ezip geçiyor. Ama yine de bu gidişin sonunda insanlığın nihayet özgürlüğe ebedi iç barışa ereceği umut ediliyor. Modern çağ insanın insan olarak özgürleşmesinin başladığı çağdır. Teker teker uluslar, birbirleriyle rekabet halinde bile olsa kendi egemenliklerini kurdukları oranda yeni bir hamleyle bir bütün olarak insanlığın özgürleşmesinin koşullarını da hazırlamaktadırlar...

İnsanlık tarihinin gidişi kendi içinde şiddet dolu kanlı bir ilerlemedir. Bundan ve elbette kendi özgür tarih araştırmalarından Marx’ın “Das Kapital” adlı eserinde insanlık tarihi kanın ve ateşin, istilanın ve ele geçirmenin, köleleştirmenin şiddet dolu harfleri ile yazılmıştır diye sonuç çıkarması son derece doğaldır. İnsanlık tarihi de insanlık durumu da güllük gülistanlık olmaktan başka her şeye benzemektedir. Bu nedenle insanlık hali barışçıl olmaktan başka her şeydir. Fakat insanlığın en çok ihtiyaç duyduğu tam da ebedi barıştan başkası değildir. Bu nedenle "yurtta barış, dünyada barı!" şiarı bugün her zamankinden daha yüksek bir sesle haykırılmalıdır...

Immanuel Kant’ın gösterdiği gibi uluslar kendi içişlerinde ebedi barışın koşullarını sağlamadan birbirleriyle olan ilişkilerinde kalıcı bir barışın sağlanması konusunda çok fazla ileri gidemezler. Lozan Antlaşması’nın dahi yeniden tartışılır olması, Lenin’in emperyalizm koşullarında yapılan hiçbir barış sözleşmesinin kalıcı geçerliliğinin olmadığına dair belirlemesinin geçerli gerçek olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Lenin’e göre emperyalizm koşullarında yapılan her barış anlaşması mevcut güçler dengesinin bir ifadesidir ve söz konusu güçler dengesi değişince mevcut geçerli sözleşme de her taraftan yapılan saldırıların sonucunda geçerliliğini yitirir...

Modern dünyada insanlık ulusları ortaya çıkarmış; bu, halihazırda belirttiğim gibi insanlığın nihai kurtuluşu yolunda zorunlu bir adımdır; fakat egemen devletler olarak örgütlenmiş uluslar birbirleriyle sürekli bir savaş halindedir. Bu karşılıklı yadsıma durumu ulusları özgürleştirmediği gibi, insanlığı da kurtaramaz. Öyleyse uluslar kendilerini birer özgür halk olarak nasıl kuracak ve bunun sonunda insanlık içinde bulunduğu cendereden nasıl kurtulacaktır?
Thomas Hobbes, modern toplumu kıtlıktan kaynaklanan rekabet  nedeniyle herkesin herkese karşı sürekli bir savaş hali olarak betimlediği gibi; insanlık halini de birbirinden bağımsız egemen devletlerin birbiriyle rekabet eden sürekli savaşı olarak betimler...

Uluslar birbirleriyle aktüel olarak sıcak bir ilişki içinde bulunmasa da savaşa hazır olma çabası, savaş niyetinin varlığını yeterince kanıtlamaktadır. Hobbes insanlığın bu sürekli savaş durumundan çıkışı, insanlığın kıtlıktan çıkışına bağlar, çünkü rekabetin nedeni kıtlıktır. Kıtlığın aşılıp zenginliğin oluşmasıyla kıtlıktan kaynaklanan savaş durumunun nedeni de ortadan kalkacaktır. Böylece insanlık onun tabiri ile “ölümsüz barış” koşullarını oluşturmanın potansiyellerini de yaratmış olacaktır. Bu argüman o kadar güçlüdür ki, Marx bile 19. yüzyılda "sosyalizm ancak zenginlik durumunda kurulabilir" demiştir...

Marx bunu derken elbette modern toplumun yalnızca nicel zenginlik biriktiriyor olmasını da eleştirir. Örneğin kültür, sanat, ahlak, bilgi ve bilim, düşünme tarzı bakımından nitel bir zenginlik durumuna dönüştürülemeyen zenginlik hali sonunda paylaşım savaşlarına ve çürümeye, en kötü durumda da çöküşe neden olacaktır.Marx’ın ulusların kendilerini nasıl özgürce inşa edebileceğine ve insanlığın nasıl kurtulabileceğine ilişkin geliştirdiği düşünceleri açısından bu son derece gerçekçi Hobbesçu-Hegelci insanlık hali betimlemesi temel hareket noktasıdır...

Fakat Marx açısından aynı derecede önemli olan Kant’ın sunduğu "halkların birliği" ve "ebedi barış"perspektifidir. Kant, ebedi barışın öznesi olarak egemen devletleri belirlerken Hegel ebedi barışın öznesi olarak halkları belirler. Marx ise, halihazırda Hobbes’un belirttiği gibi çok soyut olan “halk” kavramının yerine üretim ilişkilerinin somut sosyalleşme süreçlerinin ürünü olan ve üretim araçlarına sahip olmadığı için çıkar birliği oluşturma potansiyellerine sahip olduğu için “işçi sınıfını” özne olarak belirlemeyi daha anlamlı bulmaktadır...

Hobbes’ten Kant’a ve Hegel’e kadar olan akıl emeği, ulusların özgür inşasını insanlığın kurtuluşu perspektifiyle birleştirir ve bunu aynı zamanda bir program çerçevesinde modern dünyadan çıkış olarak belirler. Bu bakımdan modern felsefe modern dünyanın yalnızca bir savunusu değil, aynı zamanda ondan bir çıkış perspektifi içeren ütopyaya da sahiptir: ölümsüz veya ebedi barış ütopyası.
Marx’ın ’işçilerin vatanı yoktur’ sözününün geri planını anlamak için Hegel’in Tinin Fenomenolojisi’nde geliştirdiği bir insan bireyi olmanın ne demek olduğuna dair bugün bile ilham verici görüşlerini de kısaca buraya aktarılması gerekmektedir...

Hegel’e göre insanın gerçek anlamda bir insan bireyi olmak için bir ulusun ferdi olmak tek başına yeterli değildir. Bir ulusun bir ferdi olarak bir insanın insan bireyi olabilmesi için tüm ulusları, yani tüm kültürleri, diğer bir deyişle tüm dünyanın tüm doğal dünyasını ve bir bütün olarak tüm insanlığı deneyimlemiş olması gerekir. Tüm insanlığı deneyimlemek aynı zamanda teker teker tüm ulusların, yani tüm insanlığın tarihini, kültürünü ve geliştirmiş oldukları bilimsel ve felsefi bilgiyi de edinmesini gerektirir. Hegel’e göre ancak buna dayalı olarak bir Türk "ben Türküm", bir Alman "ben Almanım",bir Fransız "ben Fransızım",bir Kürt "Ben Kürdüm"vs. diyebilir örneğin...

Sıkça sorulan "Ben kimim?" sorusuna verilebilecek en iyi yanıt budur. Bu anlamda evrenselleşmeyen ulusal kimlik eksik ve kendinde her zaman bağnazlaşma potansiyellerini barındıran bir ulusal kimliktir.
Marx’ın hareket ettiği bu düşünsel geri planın yanında elbette reel politik geleşmeleri, uluslararası ekonomi politiği, dünya sömürgecilik sistemini ve aynı zamanda 19. yüzyılda bile tüm şiddetiyle süren ulusal kurtuluş mücadelelerini de dikkate almak gerekmektedir...

Marx’ın ve Engels’in kendi dönemlerinde yaptıkları konuya dair analizlerini, bugün açısından bazen yanlış sonuçlara da ulaşmış olsalar, kendi başına değerli olan bu analizlerini dikkate almak gerekir. Biraz uzun da olsa zorunlu olan bu geri plan bilgisinden sonra bir bütün olarak Marx’a dönebiliriz. Marx’ın uluslar hakkında görüşleri tartışıldığı zaman ilk akla gelen, yukarıda da aktardığım onun ve Engels’in Komünist Manifesto’da ifade ettikleri "işçilerin vatanı yoktur" sözleridir...

Bu sözler genellikle onların işçi sınıfını sanki mekân ve dolayısıyla zaman bağlamından kopuk olarak ele aldıklarına dair bir izlenime yol açmıştır. Bu görüş sanki Marx’ta bir “Köksüzler” teorisinin temellendirildiğine dair bir yaklaşım olarak alınmıştır. Fakat bu bağlamda sıklıkla unutulan, onların aynı zaman "işçilerin kazanacakları bir dünya vardır"demiş olmalarıdır. İşçiler kazanacakları dünya için mücadelelerine kendi ülkelerinden başlamak zorundadırlar...

İşçi sınıfını mekân ve zaman bağlamından soyutlanmış olarak düşünmek onun çoklu zengin yapısının birliğini göz ardı etmeye ve işçileri sınıf bağlamından kopuk bireyler olarak almaya kadar gidebilir. İşçi sınıfının uluslararası dayanışması, mekân ve zaman bağlamı dikkate alındığı oranda mümkün olabilir. Mekân ve zamandan kopuk işçi birliği çağrısı, bugün bile iyice iç içe geçmiş dünyada dahi mümkün olmayan bir birliktir.
Modern dünyada birbirleriyle sürekli savaş halinde olan, birbirlerini yadsıyan bağnaz devlet milliyetçilikleri karşısında Marx ve Engels "işçilerin vatanı yoktur"diyor.

Marx ve Engels’in bu sözleri, emperyalist yayılmacı politikaların taşıyıcısı olarak işçilerin vatanı yoktur anlamında alınmalıdır. İşçiler elbette emperyalist işgal karşısında kendi vatanlarını, tüm dünyayı vatanları olarak savunurlar. Fakat işçiler bunu bağnaz bir şekilde diğer ulusların varlığını ahlaki bakımdan eşitliğini aşağılayarak yapmaz, yapamaz...

Marx ve Engels’e göre işçiler, yayılmacı emperyalist devlet politikaları ile barış arzusuyla yanıp tutuşan halkların amaçları arasındaki büyük farkı görür. İşçiler hangi nedenle olursa olsun hiçbir şekilde başka halkları yerinden yurdundan eden emperyalist yayılmacı politikaların aracı ve taşıyıcısı olamazlar. Bu anlamda işçilerin vatanı yoktur, ama tüm dünya emekçilerinin kazanacağı bir dünya, yani özgürleştireceği halklar ve büyük insanlık vardır...

Aynı zamanda tüm halkların eşitliğini tanıyan ve özgürlüklerine saygı duyan, dolayısıyla bütün dünyayı yurt olarak edinmeyen bir ulus, ulusal kurtuluşunu ve inşasını tamamlayamamış bir ulustur. Modern dünyanın ötesinde sosyalist dünyada uluslar kendilerini tüm insanlığın ortak kurucu unsurları olarak kavrayabildikleri oranda teker teker uluslar olarak da kurabilir ve kurtulabilirler. Modern dünyanın toplumsal taşıyıcı güçlerinin sunabileceği rekabet, yayılmacılık ve savaştır. Modern dünya kuruluş aşamasında perspektifinde olan insanlık perspektifini ve hümanizmi yük olarak görüp artık tamamıyla bir tarafa atmıştır...

İnsanlığın kurtuluşu artık ancak herhangi bir yurdun aktüel olarak sahipleri olmadıkları için tüm dünyayı insanlığın ortak yurdu olarak kavrama potansiyellerine sahip işçilerin eseri olabilir. İşçiler artık yoktur, işçi sınıfı diye bir şey yoktur gibi iddialar bir safsatadan başka bir şey değildir; çünkü üreten karşılığında emek gücünü satmak zorunda olan son işçi bile olsa varolduğu sürece içiler ve işçi sınıfı vardır...

Ancak tüm dünyanın işçileri hep beraber kendilerini ve aynı zamanda insanlığı kurtarabildikleri oranda modern ulus devletlerin kurulmasıyla yarım kalan ulusların kendilerini özgür halklar olarak inşasını tamamlayabilirler. Tüm dünyayı hep beraber kazanmış ve halkları özgür uluslar olarak kurmuş olan işçiler bireylerini aynı zamanda insan bireyi olarak yetiştirmenin ortak koşullarını da yaratmış olurlar. Böylece tüm dünya işçilernin yurdu sadece üzerinde ulus devletlerin kurulduğu kara parçası olamaz.

Bugün uluslararası göçler nedeniyle oluşan yeni durumda tüm ulusların ortak istisnai bir kara parçası olmaktan çıkıyor, bütün dünya olmaya başlıyor. Be nedenle bir kara parçasıyla ilişkili ortak toprak birliği uluslar için bağlayıcılığını giderek yitiriyor, insanlığın içinde ortak tarih, kültür, edebiyat ve sanat, ortak hafıza ve dil daha bağlayıcı olmaya başlıyor...

Bu bakımdan işçilerin yurtseverliği emperyalist işgale, talana, yağmaya ve istilaya karşı savundukları bir toprak parçasıyla sınırlı olamaz...

İşçilerin yurtseverliği tüm dünyayı ve tüm insanlığı sahiplenen bir yurtseverlik olmak zorundadır. İşçilerin ortak yurdu aynı zamanda tüm dünyadır. Sosyalizm, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki tahakkümü, bir ulusun diğer bir ulus üzerindeki sömürüsü ve baskısı, erkeğin kadın üzerindeki hakimiyeti ve nihayetinde bireyin birey tarafından sömürüsü son bulduğu oranda mümkün olacaktır...

Burada sosyalizmi yukarıda betimlediğim anlamda özgür halkların hep beraber oluşturdukları özgür insanlığı olarak, özgür halkların ortak örgütlenmiş hali olarak kavramak gerekiyor...

Önceki Haber DİNİ ÖĞRETİLER VE ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ...
Benzer Haberler
Rastgele Oku