Türkiye’nin Krizleri ve Dayanışma Potansiyeli...

Türkiye’nin Krizleri ve Dayanışma Potansiyeli...

Birol KESKİN yazdı...

 

Türkiye, 2020’li yıllarda ekonomik çöküş, demokratik erozyon ve toplumsal eşitsizliklerin iç içe geçtiği bir kriz sarmalında bulunmaktadır. Sokaklar, umudun ve öfkenin nabzıyla atarken, milyonlar geçim derdi, adaletsizlik ve hukuksuzlukla mücadele etmektedir. Bu yazım,  Türkiye’nin mevcut sosyo-ekonomik ve siyasi durumunu analitik bir perspektiften ele alarak, krizlerin yapısal nedenlerini tartışmakta ve toplumsal dayanışmanın dönüştürücü potansiyeline işaret etmektedir.

Türkiye, yüksek enflasyon, artan yaşam maliyetleri ve gelir adaletsizliğiyle sarsılmaktadır. 2025 itibarıyla, ekmek fiyatları son beş yılda %300 artmış, açlık sınırı 50 bin lirayı aşmış ve asgari ücret, temel ihtiyaçları karşılamakta yetersiz kalmıştır. Bu rakamlar, yalnızca ekonomik bir gerilemeyi değil, aynı zamanda bir insanlık dramını yansıtmaktadır:

Çocuklarına ayakkabı alamayan anneler, faturalarını ödeyemediği için evine dönemeyen babalar, geçim kaygısıyla uykusuz geçen geceler, toplumsal dokunun yıprandığını göstermektedir.Bu ekonomik çöküşün kökleri, hem küresel hem de yerel dinamiklerde yatmaktadır. Küresel enerji fiyatlarındaki artışlar ve tedarik zinciri krizleri, Türkiye’nin ithalata bağımlı ekonomisini olumsuz etkilerken; yerel düzeyde, makro ekonomik politikaların öngörülemezliği ve kurumsal zayıflıklar, enflasyonu körüklemiştir...

Türkiye’de, zengin ve yoksul arasındaki uçurum büyürken, orta sınıfın erimesi, sosyal hareketliliğin önünü tıkamakta ve toplumsal gerilimleri arttırmaktadır.

Memleketin siyasi manzarası, demokratik kurumların aşınması ve hukuk devletinin zayıflamasıyla karakterizedir.

İstanbul’un seçilmiş belediye başkanı Ekrem İmamoğlu’nun özgürlüğünden edilmesi ve siyasi haklarının hedef alınması, halkın iradesine yönelik sistematik bir müdahale olarak değerlendirilebilir. Bu olay, yalnızca bireysel bir mesele değil, demokratik temsilin zayıflatılmasının bir örneğidir.Yargı bağımsızlığının erozyonu, medya özgürlüğünün kısıtlanması,muhalif seslerin susturulması ve sivil toplumun baskı altına alınması.Yargı sistemindeki sorunlar, mahkemelerin siyasi otoritenin etkisi altına girmesiyle derinleşmektedir...

Tweet atan gençlerin, konuşma yapan sanatçıların veya yazı yazan gazetecilerin suçlu ilan edilmesi, ifade özgürlüğünün ciddi şekilde tehdit altında olduğunu gösterir.

Sağlıklı bir demokrasi, farklı seslerin özgürce ifade edilebildiği bir kamusal alanı gerektirir. Türkiye’de kamusal alanın daralması, toplumsal diyalog ve uzlaşma imkanlarını zayıflatmaktadır.

Krizlere rağmen,Türkiye’de toplumsal direnç ve dayanışma örnekleri dikkat çekicidir. Üniversitelerde gençler, sokaklarda işçiler, meydanlarda kadınlar, farklı siyasi ve sosyal kesimlerden insanlar, adalet ve eşitlik talebi etrafında birleşmektedir. CHP’liler, DEM Partililer, TİP’liler, sendikalılar ve partisizlerin ve farklı grupların “Yeter!” çığlığında buluşması, Gramsci’nin (1971) “karşı-hegemonik blok” kavramını anımsatır. Bu, farklı toplumsal kesimlerin ortak bir hedef doğrultusunda bir araya gelme potansiyelini gösterir...

Ancak, bu dayanışmanın sürdürülebilirliği, ideolojik farklılıklar ve pratik zorluklar nedeniyle sorgulanabilir. Örneğin, laik ve milliyetçi kesimlerle Kürt hareketi arasındaki tarihsel gerilimler, ortak bir mücadele platformunun önünde engel oluşturabilir. Yine de, farklı grupların ortak bir adalet talebi etrafında birleşmesi, toplumsal değişim için önemli bir zemin sunmaktadır...

Silivri’ye doğru akan kalabalıklar, yalnızca bir lideri değil, aynı zamanda ülkenin geleceğini sahiplenme iradesini temsil etmektedir...

Silivri açıklarında yaşanan 6.2 büyüklüğündeki deprem, yalnızca fiziksel bir yıkım değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasi kırılganlıkların bir metaforudur. Beck’in (1992) “risk toplumu” teorisi, doğal afetlerin mevcut eşitsizlikleri ve yönetim zaafiyetlerini daha görünür hale getirdiğini öne sürer. Deprem, Türkiye’nin yıllardır biriken öfkesini, adaletsizliğini ve bastırılmış seslerini açığa çıkarmıştır. Bu çatlaklar, aynı zamanda toplumsal bir uyanışın ve yeniden inşa potansiyelinin sembolüdür. Türkiye, bu metaforik sarsıntıyla, kendi ruhunu ve geleceğini sorgulamaktadır...

Türkiye, ekonomik, siyasi ve toplumsal krizlerin iç içe geçtiği bir dönemeçtedir. Enflasyonun öğüttüğü hayatlar, demokratik kurumların aşınması ve hukukun erozyonu, milyonların hayatını derinden etkilemektedir.

Ancak, bu krizler, aynı zamanda toplumsal dayanışma ve kolektif irade için bir fırsat sunmaktadır. Gençlerin, işçilerin, kadınların ve farklı siyasi kesimlerin ortak bir adalet talebi etrafında birleşmesi, değişimin motoru olabilir...

“En karanlık geceler bile bir kıvılcımla aydınlanır” sözü  bu potansiyeli sembolize eder.Türkiye’nin geleceği, bu kıvılcımı taşıyanların iradesine bağlıdır...

Önceki Haber 1 Mayıs Yürüyüşüne Katılalım...
Sonraki Haber "Bir ömür işçi olarak çalışan ve 1977 Taksim 1 Mayıs’ına katılan Hakkı Bektaş | Araçlar değişse de, örgütlenme dokunmakla başlıyor..."
Benzer Haberler