Prof. Dr. Doğan GÖÇMEN yazdı…
Fotoğraf : İrfan Erdoğan…
Sakin bir gün geçirmeye çalışıyorsunuz. Bugün düşüncede zamanın zorunluluklarından, günün gereklerinden uzak istediğimi yapacağım diye hayal ederken, bir telefon geliyor. Geçmişten gelen bir ses, arzuladığınız ve beklediğiniz bir ses. Gelecek ile ilgili. Bu ses özlediğiniz sükûnete sükûnet katacak diye hayal ederken, biraz aceleci, belki de stresli bir ton ile ‘geleceği bilebilir miyiz’ diye soruyor? ‘Örneğin 50 yıl sonra dünyanın nasıl ve insanlığın ne halde olacağı konusunda ne söyleyebiliriz?’ diye somutlaştırıyor sorusunu. Ses, “Bilim ve Gelecek” dergisi genel yayın yönetmeni Ender Helvacıoğlu’nun sesi...
Huzur arzusu da kayboldu, sükûnet beklentisi de. Konu insanlığın geleceğini ilgilendiren bir soru ile ilgili. Nasıl kaygılanmaz insan! Kılcal damarlarıma kadar düşüncelere daldım birden. Kant ve mümkün deneyim nasıl mümkündür sorusu. Aristoteles ve hep şimdiki zamanda olmaklığımız ve kalmaklığımız… Marx ve geleceği bilmek ve geleceğin bilgisini bilimsel olarak temellendirmek mümkündür iddiası. Thomas Morus ve gelecek nowhere’dir, hiçbir yerdir, olmayan yerdir önermesi. Olmayan yerden haber verilebilir mi? İstenen budur ama… Ve Morus da nowhere’den haber veriyor Ütopya’da...
Aradan birkaç gün geçtikten sonra aklıma bu soruya benzer bir soruyla daha önce karşılaştığımı hatırladım. Benzer soruyu Seçkin Zengin “İnsancıl” dergisi için sormuştu. Yazı derginin 2019 yılının Ağustos sayısında yayınlanmıştı. Aslında soru Helvacıoğlu’nun sorusunun tam tersiydi. Zengin, benden 500 yıl sonra yaşayacak insana bugünü anlatmamı istemişti. Helvacıoğlu, bugünkü insana 50 yıl sonra dünyayı nasıl tasavvur ettiğimi anlatmamı istiyor. Her iki talepte de bugün ile gelecekte bir gün arasında bir karşılaştırma yapma olanağının oluşması arzulanıyor. Zengin’in talebine göre 500 yıl sonraki insan kendi dönemi ile benim bugünkü çağım arasında bir karşılaştırma yapabilecek...
Helvacıoğlu’nun sorusu daha çok bugünkü insana kendisinin şimdiki durumu ile gelecekte 50 yıl sonraki mümkün bir durum arasında bir kıyas olanağı sunmak istiyor. Zengin, 500 yıl sonraki okurun gözlerini geriye döndürüp kendisine bakmasını istiyor. Helvacıoğlu, bugünkü insana bakışını geleceğe döndürüp 50 yıl sonraki mümkün duruma bakarak mevcut durumunu hangi yöne doğru değiştirebileceği konusunda mümkün öneriler sunmayı amaçlıyor ve benden geleceğe bakmamı istiyor. Geleceğe bakmak, geleceği öngörmek mümkün mü, nasıl mümkün? Kant gelecek öngörüsünü falcılara ve astrologlara bırakamayacağımızdan hareket etmişti tüm sistemini tasarlarken...
GELECEKTEKİ GEÇERLİLİK VE GEÇMİŞTEKİ GERÇEKLİK...
İnsanlar mevcut durumda içine düştükleri sorunlardan nasıl çıkacaklarını bilemezlerse bazen fantezi güçlerine başvurur ve mümkün gelecek tasavvurlarından yararlanmaya çalışırlar. Romalı ünlü filozof ve siyasetçi Seneca, yeryüzünde politikacıların, ‘orası benim burası benim’ diye fetihçi, yağmalayan talancı ve yayılmacı politikaların eleştirisi olarak tasavvurumuzu güçlendirip, dağarcığımızı genişletmek için gözlerimizi gökyüzüne çevirmeye çağırır. Zira insanın etkinlik yani özgürlük alanı evrendir. Evren yeryüzünde fethedilmek istenen bir kara parçasından çok daha geniştir. Gerçekçilik adına küçük bir kara parçasına odaklanan bilincin kendini ve geleceği görmesi mümkün olmayacaktır...
Ufkun yani geleceğe bakışın geniş olması için evrenin tasavvur edilmesini istiyor filozof. Böylelikle düşüncemiz evren kadar geniş olacaktır. Ünlü ütopyacı Gallerli Robert Owen, insanlara rekabetçi toplum yerine dayanışmacı toplumun, ulusların birbiriyle savaşıp insan canına kıymak yerine halkların birbiriyle barış içinde yaşayabileceklerini göstermek için, insanlara halkların barış içinde bir yaşam sürdüğü dayanışmacı dünyanın mümkün olduğunu göstermek için küçük köyler kurar. Çocukları derslerde ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı hassas kılmak için onlara haritada dünyanın değişik coğrafyalarında bulunan ülkeleri gösterir ve o ülkelerde yaşayan insanların yaşam koşulları hakkında önce bilgi verir. Bilgi verdikten sonra çocuklardan kendilerini onların yerine koyarak onların nasıl yaşıyor olabileceklerini tasavvur etmelerini ister...
Yani onlarla fantezilerinde empati kurmalarını ister. Owen bu yöntemi İskoçyalı filozoflardan öğrenmiştir. Bu, Owen’in çocukların dar yerel düşünme tarzından kurtulup tüm insanlığı kuşatan bir bakışa sahip olmaları için başvurduğu bir yöntemdir. Şimdi, Ender Helvacıoğlu benden 21. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşayan insanların, aynı yüzyılın son çeyreğinde dünyanın nasıl olabileceği konusunda gerekçeli bir tasavvura sahip olmaları için herhangi bir konuda bir tablo sunmamı istiyor. Benim sunacağım tablo halkların barış içinde bir arada yaşamalarının nasıl mümkün olabileceği hakkındadır. Eş deyişle mesele insanlığın iç barışının ne durumda olabileceği üzerinedir...
Fakat 50 yıl sonra birçok özelliğiyle oluşmuş olabileceğini umut ettiğim tablonun resmedilmesine 2300-2400 yıl önce antik çağda Stoacı filozof Kıbrıslı Zenon tarafından başlanmıştır. Benim 50 yıl sonraki duruma dair resmedeceğim tablo o kadar eskidir. Zenon’a göre insanlık kendi içinde ayrı yasaları olan birçok devlete ayrılmıştır. Fakat Zenon’a göre “yalnızca tek bir dünya vardır”. Kant, Zenon’un dikkat çektiği olguyu dünyanın fiziksel dış sınırı olarak tanımlamıştır. Diğer bir deyişle insanlığı oluşturan halkların hepsi birbirine muhtaçtır. Diğer halklara en çok muhtaç olanlar, ilk bakışta kimseye ihtiyacı yokmuş gibi görünen en büyük ve en güçlü olanlardır...
Dünyanın tekliği tüm insanlığın politik birliğinin doğal veya ontolojik koşuludur. Kant da 18. yüzyılda dünya ve insanlığın birliği üzerine düşünürken birçok bakımdan Zenon’un bu düşünümünden hareket eder. Zenon, insanlık özel yasaları olan farklı devletlerde ve halklara bölünmüş olarak yaşamamalıdır, diyor. Zira tüm insanlar bir ve aynı halkın yani insanlığın bireyleridir, yurttaşlarıdır. Tüm insanlığın ortak bir yaşam biçimi ve tek bir devlet düzeni olmalıdır. Zenon’u böyle bir perspektif üzerinde düşünmeye iten, Helenist dönemde yaşanan, bugün 21. yüzyılın ilk çeyreğinde bizlerin yaşadığına benzer, büyük altüst oluşlar, savaşlar, kültürel ve ahlaki çöküş ve çürümelerdir. İnsanlığın tek bir toplum olarak örgütlenmesi, insanlık çapında tek bir ahlaka ve hukuka sahip olması arzusu çok eskilere dayanıyor böylece...
Bu arzunun Anadolu’da Türkçe düşünme tarihinde de derin kaynakları vardır. Örneğin Yunus Emre bir şiirinde “Yetmiş iki millete kurban ol âşık isen” der. Yunus Emre’ye göre âşık olmak son derece dünyevi bir şey olabileceği gibi tüm evreni kuşatan tanrıya âşık olmak anlamında ulvi bir şey olarak da alınabilir. Yunus Emre burada büyük olasılıkla iki cihanı da dolduran tanrı aşkından bahsediyor. Fakat Yunus’a göre yaşamı, dünyayı, insanları sevmek, yaşama büyük bir tutkuya bağlanıp yapıp ettiğimiz her şeye dört elle sarılmak için âşık olmak şarttır...
Aşkı hangi anlamda alırsak alalım. Yunus Emre’ye göre bu her zaman onun “yetmiş iki millet” dediği tüm insanlığa da âşık olmak anlamına gelmektedir. Bir insanın kendi türüne bir bütün olarak sahip çıkabilmesi, kendisini onunla bir bütün olarak özdeşleştirebilmesi için insanlığın iç bütünlüğünün sağlanmış olması gerekmektedir. Zenon ve Yunus Emre’den Mustafa Kemal’in “Yurtta sulh, cihanda sulh” sloganına varan ütopyacı bir bakış vardır. Binlerce yıldan beri süregelen bu bakış insanlığın iç bütünlüğünün sağlanmasını talep edegelmiştir. Bu halkların birliği, barışı, kardeşliği ve dayanışması anlamına gelmektedir...
GERÇEKLİĞİMİZ VE GEÇERLİLİĞİMİZ...
Kıbrıslı Zenon’dan ne öğreniyoruz? Halkların kardeşliğinin, insanlığın iç barışının sağlanmasının koşulu tüm halkları kapsayan ortak bir iç ve dış hukuk sisteminin olmasıdır. Bu aynı zamanda tek bir toplum düzeninin ve idare sisteminin kurulmasıdır. Yunus Emre’nin talebinde, vurguyu güçlendirmek için oldukça dramatik sözcükler kullanılsa da, her bir insan bireyinin kendisini kendi türüyle özdeşleştirme beklentisi vardır. Yunus Emre’nin talep ettiğinin felsefi bakımdan ne kadar önemli olduğunu modern felsefenin doruk noktasını oluşturan Hegelci felsefenin yapısında görmek mümkündür. Hegel’in kuramsal felsefe sistemi bunun nasıl mümkün olabileceğini göstermeyi amaçlar. Onun pratik felsefesi ise bunun tarihte aşama aşama nasıl gerçekleştiğini betimlemek ister...
Bu bağlamda modern çağın anlamına ilişkin yapmış olduğu belirleme üzerine ne kadar çok düşünülse o kadar azdır. Hegel’e göre modern çağın anlamı, onun, insanın insan olarak özgürleşme çağı olmasında aranmalıdır. Marx, Hegel’i ve Hegelciliği tartıştığı bir bağlamda, modern çağda insanın politik olarak özgürleşmesi tamamlanmıştır, der. Modernliğin bir üst aşamada kapsanıp aşılmasıyla insanın insan olarak özgürleşmesi başlayacaktır. Bu, Marx’a göre, insanın ön tarihinin tamamlanması ve insanın insan olarak tarihinin nihayet başlaması anlamına gelecektir. Ve nihayet Mustafa Kemal’in “Yurtta sulh, cihanda sulh” sloganını felsefe tarihi bağlamına yerleştirince ne kadar derin bir anlam taşıdığı tam olarak görünür olacaktır...
Mustafa Kemal, “Yurtta sulh, cihanda sulh” talebini, 1930 yılında dünyada çok güçlü savaş rüzgârlarının estiği bir dönemde bir erek olarak tanımlamıştır. Bu sloganda modern dünya düzenine ve dünya politikasına hâkim olan “yurt” ve “cihan” ikileminin, diyalektik bütünlüklü bir bakış açısından aşılması talep edilir. Bu ikilemi ve insanlığın bundan kaynaklanan iç sorunlarını Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda, ama özellikle Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında uzun uzun işlemiştir. Kant, dünya sistemini çözümlediği kozmopolitan yazılarında modern dünyanın bir “baba vatan” ve “dış vatan” ikilemi ile karşı karşıya olduğuna dikkat çekmiştir. Her ülke, siyasetinde kendisini mutlaklaştırmaktadır ve bunu yaparken aynı zamanda dünyanın gerisini hiçleştirmektedir. Bu ikilemden kaynaklanan sorunları en iyi analiz edenlerden birisi Thomas Hobbes’tur...
Hobbes, Leviathan modern ulus toplumlarının iç halini sürekli bir savaş durumu olarak betimlediği gibi; devletlerin birbiriyle olan ilişkisini de sürekli bir savaş durumu olarak tasvir eder. Teker teker toplumlarda bireyler arasında sürekli rekabet olduğu gibi teker teker devletler arasında da acımasız ve amansız bir rekabet vardır. Sürekli savaşın nedeni budur ve Hobbes bu nedenle modern insanlık halini sürekli bir savaş durumu olarak betimler. Hobbes’a göre devletlerin, örneğin bugün Rusya ile Ukrayna arasında yaşandığı gibi birbiriyle sıcak bir savaş içinde olması gerekmiyor...
Devletlerin birbiriyle savaşma isteği beyan etmiş olmaları onların birbiriyle savaş halinde olduklarını kanıtlamaya yetmektedir. Devletlerin savaşma isteğini beyan ettiklerini en iyi gösteren olgu ise onların sürekli silahlanıyor olmasıdır. Silahlanmak, sıcak savaşa hazır olunduğunun en iyi göstergesidir ve savaşa hazır olmak, hâlihazırda savaş halinde olmak demektir...
Ama yine de Adam Smith’in işaret ettiği “insanlığın büyük toplumu” (the great society of mankind) da vardır. Tam bir gizem, vahşet, bastırılmış halde de olsa, varlığı ile yokluğu arasında pek bir ayrım yapılamasa da yine de var olan bir azman olarak var olan insanlık. Hegel, insanlık halini sanki makinalar gibi duygusuz bireylerden oluşmuş olan insanlığın şiddet dolu bir yürüyüşü olarak betimler. Bu durumu tasavvur etmenin bile ne kadar korku verici olduğunu Hukuk Felsefesi adlı eserinin “Dünya Tarihi” başlıklı bölümde insanlık halinin bir eleştirisi olarak ortaya koyar. İnsanlık tarihinde birey hiçbir şeydir. Yalnızca birey mi? Sayıca küçük ve daha küçük halkların bile bir hükmü yok gibidir. Sorumuz ve sorunumuz bu azmanın nasıl sivilize edileceği, tüm bireyleriyle, irili ufaklı tüm halklarıyla bir bütün olarak nasıl özgürleşeceği sorusudur...
GELECEKTEKİ GEÇERLİLİĞİMİZ...
İşte, önümüzdeki 50 yıl insanlığın bu soruya verilen yanıtlar arasında karar verdiği ve bu sorunun kesin çözümünde ilerleme sağladığı yıllar olacak. İnsanlık hem acımasız kanlı savaşlarla dolu tarihinden hem de bütün 20. yüzyıl boyunca yaşadığı sıcak ve soğuk savaşlardan dolayı Samuel Huntington gibi think tankçilerin kültürler savaşı söyleminden bıkmış durumda. Yeni bir dünya savaşı rüzgârları esiyor her tarafta ve insanlık bunu hiçbir şekilde kabul edilir bir durum olarak kabul etmiyor. Önümüzdeki çağlar insanlığın bu bitmez tükenmez savaşlar cenderesinden çıkışı için büyük ve cesur adımlar attığı yüzyıllar olacak...
Attilâ İlhan’ın geçmiş ve şimdiki zamanı bir kavram altında toplamak için kullandığı “gelmiş” kavramını ödünç alarak belirtecek olursak insanlığın gelmişi gerçekten karanlık. Marx, insanlık tarihine ilişkin araştırmalarının sonucunu Das Kapital’de, insanlık tarihi ateş ve barutla yazılıdır diye özetliyor. Ama geleceğinin karanlık olması gerekmiyor. Geleceğimiz karanlık olmak zorunda değildir. Marx da, insanlığın, ateşle ve barutla yazılı tarihine karşın barışa ve mutluluğa erebileceğine dair umudunu hep canlı tutmuştur...
İnsanlık nasıl oldu da bu şiddet girdabına düştü, bu savaş sarmalından nasıl kurtulacak? Önümüzdeki kuşakları, insanlığın geleceği pahasına yürütülen savaşlardan çıkıp kurtulmak için en çok uğraştıracak sorulardan birisi bu olacaktır. Friedrich Engels yapmış olduğu bir çalışmasında, insanlığın içine düşmüş olduğu şiddet sarmalından çıkmak için temelde olanın hatırlanmasını salık verir. Engels’e göre savaşların, halkların birbirine düşmanlığının temelinde insan ilişkilerine hâkim olan efendi-köle ilişkileri vardır. İnsanın insanla ilişkisinde hâkim olan sömürü ve tahakküm ilişkilerinin hepsinin temelinde kadının erkek tarafından köleleştirilmesi vardır. Bu ilişki sonra genel olarak insanın insan tarafından sömürülmesine ve insanın insan tarafından tahakküm altına alınmasına dönüşmüştür. Büyük ölçekte bu ilişki sonunda ulusların ulusları sömürmesine ve tahakküm altına almasına dönüşmüştür...
Engels, burada söz konusu olan ve modern felsefede en geç Hobbes’tan beri açıkça tespit edilmiş olan genel savaş durumundan çıkış için başlangıç noktasını insanın insan tarafından sömürülmesi olarak belirlemiştir. Modern toplumda insanın insan tarafından sömürülmesi kendisini emek-sermaye çelişkisi olarak göstermektedir. İşte, bu nedenle Engels emek-sermaye çelişkisi veya sınıfın sınıf tarafından sömürülmesi ortadan kaldırıldığı oranda ulusların uluslar tarafından, kadının erkek tarafından ve nihayetinde bireyin birey tarafından sömürüsü son bulacaktır...
Ancak bu büyük özgürleşme hareketi insanlığın iç barışının sağlanmasını mümkün kılacaktır. Önümüzdeki on yıllar bu problemlerin peş peşe, iç içe, aynı zamanda kalıcı olarak çözme çabalarına sahne olacaktır...
İnsanlık çağımızın sunduğu barbarlıktan çıkabildiği oranda insanın insan tarafından sömürülmesi son bulacaktır. Sömürünün son bulması insanların birbiriyle dayanışmasını mümkün kılacaktır ve bu, insanların birbirlerinde kendilerinin diğer benlerini gördükleri David Hume’un dikkat çektiği durumun oluşmasına olanak sunacaktır. İnsanlığın gerçek birliğinin sağlandığı, halkların birbirlerini kendilerinin tehdidi olarak değil, birbirlerinin aynası ve zenginliği olarak gördüğü yeni bir dünya düzeni kurulacaktır...
Emek sermaye sorununun çözümü kadının erkek tarafından ve erkeğin kadın tarafından sömürülmediği, gerçek aşkların yaşandığı yeni bir insanlık halinin oluşmasını mümkün kılacaktır. Böylece insanın insana, kadının erkeğe, erkeğin kadına, bir halkın diğerine yabancılaşmışlığı ortadan kalktıkça tüm insan ilişkilerine zarafet dönecektir. Başkalarına zarif olabilmek ve başkalarının kendisine zarif olması insanın en büyük arzusudur. 50 yıl sonra bu nihai durum henüz gerçekleşmemiş olsa bile bu konuda insanlık çapında büyük ve ciddi adımların atıldığına tanık olacağız. Bu, insanın doğa ile uyumlu yaşaması için yeni yaşam formlarını keşfetmeye başladığı yıllar olacaktır...