AKP iktidarının iki yüzü: söylem ve eylem arasındaki uçurum...

AKP iktidarının iki yüzü: söylem ve eylem arasındaki uçurum...

Şendoğan YAZICI yazdı...

Fotoğraf : Ali ÇARMAN…

Adalet ve kalkınma partisi'nin (AKP) 23 yıllık iktidar serüveni, siyasi bir başarı hikayesi olarak sunulsa da, rakamlar ve olgularla yüzleşildiğinde derin bir paradokslar manzumesiyle karşılaşılır. Bir yandan ahlaki ilkelere, ekonomik egemenliğe ve sosyal adalete dayalı "büyük ve güçlü türkiye" anlatısı; diğer yanda ise bu anlatının tam zıddını işaret eden verilerle örülü bir gerçeklik...

Resmi söylem ile gerçeklik arasındaki bu derin uçurum, farklı toplumsal kesimler üzerinde belirgin etkiler bırakmıştır. Söylenenler ile yapılanlar arasındaki makasın nasıl açıldığı, rakamların ve olayların kendi dilleriyle anlattığı bir hikayeye dönüşmüştür...

Çelişkiler ekonomisi: "nas" ile liranın gerçekliği arasında hükümetin ekonomi yönetimi, ideolojik beyanlar ile politika sonuçları arasındaki kopukluğun en net görüldüğü alanlardan biri oldu. Ekonomik bağımsızlık ve refah vaatleri, verilerle karşılaştırıldığında farklı bir tablo sunuyor...

Hükümet, özellikle cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın dilinden, yüksek faize karşı uzun soluklu bir ideolojik savaş yürüttü. Bu mücadele, "nas" referansıyla dini ve ahlaki bir zorunluluk olarak çerçevelendi ve enflasyonla mücadelenin anahtarı olarak sunuldu. Ancak bu söylemin tam tersi bir mali gerçeklik yaşandı. "faize karşıyız" denilen AKP döneminde, Türkiye'nin dış borçları için ödediği faiz dudak uçuklatan seviyelere ulaştı...

Raporlara göre, sadece 15 yıllık bir dönemde dış borçlar için 157 milyar doların üzerinde faiz ödendi. Yüksek enflasyon ortamında faizleri emirle düşürme politikası, Türk Lirası'nda tarihi bir değer kaybına yol açtı. bu durum, ironik bir şekilde, hükümeti dış borçları çevirebilmek ve döviz bulabilmek için uluslararası piyasalara daha da yüksek faizler ödemek zorunda bıraktı...

Türkiye'nin brüt dış borç stoku patlayarak 2025'in ilk çeyreği itibarıyla 527,5 milyar dolarlık rekor seviyeye ulaştı (hazine ve maliye bakanlığı). Bu rakam, 2002'deki seviyenin üç katından fazla bir artışı ifade ediyordu. faize karşı yürütüldüğü iddia edilen savaş, Türkiye vergi mükelleflerinden uluslararası kreditörlere devasa bir servet transferiyle sonuçlandı...

Ekonomik bağımsızlık ve ahlaki duruş adına atıldığı söylenen adımlar, ülkeyi yabancı sermayeye daha bağımlı hale getirerek rekor faiz ödemelerine yol açtı...

Enflasyon illüzyonu: iki ayrı alışveriş sepetinin hikayesi hükümet, Türkiye istatistik kurumu'nun (TUİK) açıkladığı resmi rakamları referans göstererek enflasyonu kontrol altına aldığını savundu. Ancak vatandaşın çarşıda, pazarda hissettiği gerçek hayat pahalılığı ile resmi rakamlar arasında devasa bir uçurum oluştu. Bağımsız araştırmacıların oluşturduğu enflasyon araştırma grubu'nun (enag) verileri bu çelişkiyi net bir şekilde ortaya koydu...

Bu makasın en dramatik şekilde açıldığı dönemlerden biri mayıs 2022 oldu; (TÜİK)'in yıllık enflasyonu yüzde 73,50 olarak açıkladığı aynı ayda, ENAG bu oranı yüzde 160,7 olarak hesapladı. bu fark, basit bir istatistiksel sapmanın çok ötesindeydi. ENAG'ın aylık verileri, TÜİK'e göre ortalama yüzde 2,57 daha yüksek çıkarken, en büyük farklardan biri mayıs 2023'te yaşandı: ENAG yüzde 7,35 enflasyon ölçerken TÜİK'in rakamı sadece yüzde 0,04 idi...

Resmi enflasyon verileri böylece siyasi bir araca dönüştü. Milyonlarca memur, emekli ve sosyal yardım alan vatandaşın maaş artışları, TÜİK'in düşük gösterdiği bu oranlara göre belirlendi. Bu "istatistiksel illüzyon", nominal olarak "zam" yapılmış gibi görünse de, reel alım gücünün erimesine ve milyonların yoksullaşmasına neden oldu...

Devlet kurumlarına olan güveni temelden sarsan bu politikalar, iki paralel gerçeklik yarattı: Hükümetin "enflasyonla mücadele edilen" Türkiye'si ve vatandaşın her geçen gün daha da fakirleştiği Türkiye...

Açılan makas: eşitsiz büyüme ve derinleşen adaletsizlik.İktidar, tüm toplumu kalkındıran kapsayıcı bir büyüme hikayesi anlatsa da, veriler servetin belirli ellerde toplandığını ve bölgesel eşitsizliklerin derinleştiğini ortaya koyuyor. Gelir dağılımı adaletsizliği, Türkiye’nin en yapısal sorunlarından biri olmaya devam ediyor...

2024 yılı verilerine göre, nüfusun en zengin yüzde 20'lik kesimi toplam gelirin yüzde 48,1'ini alırken, en yoksul yüzde 20'lik kesimin payı sadece yüzde 6,3'te kaldı (TÜİK). Gelir eşitsizliğinin bir ölçütü olan gini katsayısı, "1"in mutlak eşitsizliği ifade ettiği bir skalada 0,413 gibi yüksek bir seviyede seyretti (TÜİK). Bu adaletsizlik coğrafi olarak da kendini gösteriyor...

İstanbul'da yıllık ortalama kişi başı gelir 257.891 TL iken, bu rakam Van, Muş, Bitlis ve Hakkari'yi kapsayan Trb2 bölgesinde sadece 91.818 tl'ye düşüyor (TÜİK). Bu bölge, yıllardır istikrarlı bir şekilde en yoksul bölge olma özelliğini koruyor. Disk-ar'ın raporları ise makasın daha da açık olduğunu, en zengin yüzde 10'luk kesimin gelirinin en yoksul yüzde 10'un 15 katına ulaştığını belgeliyor...

AKP’nin inşaat, finans ve düşük ücretli üretime dayalı büyüme modeli, serveti batıdaki metropollerde ve sermaye sahiplerinde toplarken, ülkenin geri kalanını, özellikle de Kürt nüfusun yoğun olduğu tarımsal bölgeleri geride bıraktı. "Milli kalkınma" söylemi, ülkenin bir bölümünün refahının diğer bölümünün yoksulluğu üzerine inşa edildiği bir iç sömürü düzenini maskeledi...

İşçi sınıfı: nutuklarda övülen, kararnamelerle susturulan iktidarın söylemleri ile eylemleri arasındaki çelişki, toplumun farklı kesimlerinin yaşamlarında somut ve çoğu zaman yıkıcı sonuçlar doğurdu. işçiden kadına, gençten köylüye, verilen sözler ile yaşanan gerçeklik arasındaki makas giderek açıldı…

Hükümet, her fırsatta "emekçinin" yanında olduğunu ve işçi haklarını koruduğunu iddia etti. Ancak bu söylem, uygulamada yerini sermayeyi koruyan ve işçi haklarını fiilen ortadan kaldıran politikalara bıraktı. İşçi sınıfının en güçlü silahı olan grev hakkı, sistematik olarak işlevsizleştirildi. Son 22 yılda, metalden cama, petrokimyadan madenciliğe kadar kritik sektörlerdeki en az 22 büyük grev, yaklaşık 200 bin işçiyi kapsayacak şekilde, "milli güvenlik" gerekçesiyle cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle "ertelendi", yani fiilen yasaklandı (Bianet)...

Sendikalaşma oranları da benzer bir ikiyüzlülüğü barındırıyor. Resmi olarak sendikalaşma oranı yüzde 14 civarında görünse de bu rakam gerçeği yansıtmaktan uzak. Özel sektörde toplu iş sözleşmesi imzalayabilen, yani gerçek anlamda sendikal korumaya sahip işçilerin oranı sadece yüzde 4,7. özel sektördeki işçilerin yüzde 95'inden fazlası bu yüzden güvencesiz çalışıyor...

(Disk-ar). işsizlik rakamları ise bir başka manipülasyon alanı oldu. Mart 2025'te (TÜİK) dar tanımlı işsizlik oranını yüzde 7,9 (2,8 milyon kişi) olarak açıklarken, Disk-ar'ın iş aramaktan umudunu kesenleri ve eksik zamanlı çalışanları da dahil ettiği "geniş tanımlı işsizlik" oranı yüzde 28,8 (11,7 milyon kişi) gibi korkunç bir seviyedeydi...

İşçi sınıfının pazarlık gücü bu politikalarla sistematik olarak yok edildi, grev hakkı kağıt üzerinde bırakıldı ve milyonlarca işsiz, istatistik oyunlarıyla gizlenerek güvencesiz bir çalışma hayatına mahkum edildi...

Kadınlar: baş tacı söylemi, korunmasız gerçeklik iktidar, kendini kadınların, ailenin ve geleneksel değerlerin koruyucusu olarak konumlandırdı. Ancak bu "koruma" söylemi, kadınları şiddete karşı en savunmasız bırakan adımlarla tam bir tezat oluşturdu. En sembolik adımlardan biri, Türkiye’nin 20 mart 2021'de istanbul sözleşmesi'nden tek taraflı olarak çekilmesiydi...

Resmi gerekçe, sözleşmenin "Türkiye’nin toplumsal ve ailevi değerleriyle bağdaşmayan eşcinselliği normalleştirmeye çalışan bir kesim tarafından manipüle edilmesi" olarak açıklandı (iletişim başkanlığı). Bu karar, kadın hakları örgütlerinin tüm itirazlarına rağmen alındı. Bu geri adım, Türkiye'de kadın cinayetlerinin dehşet verici boyutlara ulaştığı bir dönemde atıldı...

Sadece 2023 yılında 315 kadın erkekler tarafından katledildi, 248 kadın ise şüpheli şekilde ölü bulundu. Kadınların büyük çoğunluğu, en güvende olmaları gereken yer olan kendi evlerinde, eşleri veya eski eşleri tarafından öldürüldü. Daha da vahimi, devlete sığınan kadınların dahi korunamamasıydı: 2023'te en az 28 kadın, haklarında devlet tarafından verilmiş koruma kararı olmasına rağmen katledildi (kadın cinayetlerini durduracağız platformu)...

İstanbul sözleşmesi'nden çekilme kararı, kadınların bireysel hakları ve can güvenliği yerine, ataerkil bir aile anlayışını önceleyen ideolojik bir projenin zirvesi oldu. Bu adım, şiddet faillerine devletin kadınları koruma konusundaki kararlılığının koşullu olduğu ve ideolojik kaygıların daha öncelikli olduğu yönünde tehlikeli bir mesaj verdi. "koruyucu" olduğunu iddia eden devlet, kadınları koruyan en kapsamlı uluslararası kalkanı bizzat ortadan kaldırmış oldu...

Gençlik: Vaat edilen "Asım'ın nesli", sunulan güvencesiz gelecek hükümet, uzun yıllar boyunca Türkiye’yi yeni bir yüzyıla taşıyacak "dindar, yetenekli ve vatansever" bir nesil yetiştirme vaadinde bulundu. Ancak bu "altın nesil" vaadi, gençleri işsizliğe, güvencesizliğe ve umutsuzluğa mahkum eden bir gerçeklikle yerle bir oldu. Genç işsizliği kriz boyutlarına ulaştı. 2023'te 15-24 yaş grubunda işsizlik oranı yüzde 17,4 ile hem avrupa birliği (yüzde 14,5) hem de OECD (yüzde 10,5) ortalamalarının çok üzerine çıktı...

Üniversite mezunu gençler için durum daha da vahimdi: Bu yaş grubundaki her dört üniversite mezunundan biri, yani yüzde 24,9'u işsizdi. Daha da endişe verici olan,ne eğitimde ne de istihdamda olan (neet) gençlerin oranının yüzde 25,9'a ulaşmasıydı. Yani her dört gençten biri toplumsal hayattan tamamen kopmuş durumdaydı. Bu oran, genç kadınlarda yüzde 36,5 gibi bir felaket seviyesine tırmanıyordu (TÜİK)...

Bu umutsuzluk ve güvencesizlik ortamı, doğrudan beyin göçünü körükledi. Türkiye'den göç edenler arasında üniversite mezunlarının oranı giderek artıyor. İktidarın eğitim ve ekonomi politikaları, gençlere anlamlı bir gelecek sunamadı. Türkiye’nin geleceğinin motoru olması beklenen gençler, potansiyeli ya ülke içinde heba edilen ya da yurt dışına ihraç edilen, iktidarın en büyük hayal kırıklığına uğrattığı kesim haline geldi...

Köylü: "milletin efendisi"nden net ithalatçıya
Atatürk'ün "milletin efendisi" olarak tanımladığı köylü, iktidar söyleminde her zaman baş tacı edildi; kendine yeterlilik ve destek vaatleri hiç eksik olmadı. Ancak tarım politikaları, bu söylemin tam tersi bir yönde ilerleyerek Türkiye’yi temel ürünlerde bile dışa bağımlı hale getirdi. Buğdayda kendine yeterlilik oranı yüzde 86'ya, Arpada yüzde 90'a gerilerken, hayvancılık için kritik olan soya'da bu oran sadece yüzde 5'e düştü (tarım ve orman bakanlığı raporları). Türkiye, bir zamanlar dünyanın sayılı tarım ülkelerinden biriyken, rekor düzeyde tarım ürünü ithal eden bir ülke konumuna geldi...

2024'te tarımsal ithalat 344,2 milyar dolara ulaşırken, soya, mısır ve ayçiçek yağı gibi ürünlere milyarlarca dolar ödendi. Hükümetin tarım politikası, kendi çiftçisinin uzun vadeli refahı yerine, kentsel seçmen kitlesi için gıda fiyatlarını (ucuz ithalat yoluyla) düşük tutmayı ve büyük tarım-sanayi ithalatçılarının çıkarlarını önceledi. Yüksek mazot, gübre ve yem maliyetleri altında ezilen Türk çiftçisi, sübvansiyonlu yabancı ürünlerle rekabet edemez hale geldi ve üretimden çekilmek zorunda kaldı. "milletin efendisi", küresel tedarik zincirlerine ve fiyat şoklarına karşı savunmasız bırakıldı. Çiftçiyi destekleme söylemi, onu kentsel siyasi istikrar uğruna feda eden bir politikayı gizleyen bir paravana dönüştü...

Hukukun üstünlüğü: AHİM kararları ve siyasi rehineler iktidarın en temel çelişkilerinden biri de hukukun üstünlüğü ve demokrasi alanında yaşandı. Bir yandan milli irade ve adalet vurgusu yapılırken, diğer yandan yargı bağımsızlığı erozyona uğratıldı ve seçmen iradesi sistematik olarak yok sayıldı.
Türkiye, kurucu üyesi olduğu avrupa konseyi'nin bir parçası olarak avrupa insan hakları mahkemesi'nin (AHİM) yargı yetkisini ve kararlarının bağlayıcılığını tanımaktadır...

Ancak bu hukuki yükümlülük, özellikle siyasi nitelikli davalarda sistematik olarak göz ardı edildi. İş insanı Osman Kavala ve siyasetçi Selahattin Demirtaş'ın davaları, bu durumun en çarpıcı örnekleridir. AHİM, her iki ismin de tutukluluklarının hak ihlali olduğuna, siyasi amaçlarla ve onları susturma maksadıyla cezaevinde tutulduklarına hükmederek derhal serbest bırakılmaları yönünde bağlayıcı kararlar verdi...

Ancak Türk mahkemeleri, bu kesin ve bağlayıcı kararlara uymamak için çeşitli hukuki manevralara başvurdu. Bir suçlamadan tahliye kararı verildiği gün, başka bir soruşturma gerekçe gösterilerek yeniden tutuklama kararları çıkarıldı. Bu durum, AHİM kararlarını boşa düşürmeye yönelik bir strateji olarak yorumlandı ve Avrupa Konseyi bakanlar komitesi'nin Türkiye hakkında "ihlal prosedürü" başlatmasına kadar varan bir krize yol açtı.Bu hukuki meydan okuma, gezi davası'ndan hüküm giymişken 14 mayıs 2023 seçimlerinde Hatay milletvekili seçilen Can Atalay davasıyla bir anayasal krize dönüştü...

Anayasa mahkemesi (AYM), milletvekili seçilen Atalay'ın tutukluluğunun "seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı" ile "kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı"nı ihlal ettiğine dair defalarca karar verdi. Ancak yargıtay 3. ceza dairesi, AYM'nin bu kararlarını tanımayarak "hukuki değeri yok" hükmünü verdi ve anayasa mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu. Bu, iki yüksek yargı organı arasında eşi benzeri görülmemiş bir çatışma yarattı ve yargıtay'ın kararı TBMM'de okunarak Atalay'ın milletvekilliği düşürüldü...

Bu olay, anayasal düzenin ve mahkeme kararlarının bağlayıcılığının en üst düzeyde sorgulandığı bir dönüm noktası oldu. "adil yargılanma" ve "hukuk devleti" söylemleri, uluslararası ve anayasal mahkeme kararlarının tanınmadığı ve siyasi muhaliflerin mahkeme kararlarına rağmen rehin tutulduğu bir gerçeklikle taban tabana zıt bir tablo ortaya koydu...

Seçilmiş iradenin gaspı: Kayyum siyaseti
demokrasi söyleminin en temel dayanağı olan seçmen iradesine saygı ilkesi, özellikle 2016'dan sonra sistematik hale gelen Kayyum atamalarıyla fiilen ortadan kaldırıldı...

Özellikle halkların demokratik partisi (HDP) ve devamı niteliğindeki DEM Parti'nin kazandığı belediyeler, "terörle mücadele" gerekçesiyle hedef alındı. 2019 yerel seçimlerinin ardından Diyarbakır, Mardin ve Van büyükşehir belediyeleri başta olmak üzere onlarca belediyeye kayyum atandı ve halkın seçtiği belediye başkanları görevden alınarak yerlerine valiler veya kaymakamlar getirildi. Bu uygulama, 31 mart 2024 seçimlerinden sonra da devam etti...

Seçimlerde ezici bir oy çokluğuyla kazanılan Hakkari, Batman ve Mardin gibi birçok belediyeye yeniden kayyum atandı. Bu durum, milyonlarca seçmenin oyunu geçersiz kılan ve yerel demokrasiyi temelden sarsan bir müdahale olarak tarihe geçti. Bir yanda "milli irade" ve "sandık" kutsanırken, diğer yanda sandıktan çıkan sonuç beğenilmediğinde seçilmişlerin yerine atanmış bürokratların getirilmesi, iktidarın demokrasi anlayışındaki en derin çelişkilerden birini oluşturdu...

İklim vaadi: vadedilen yeşil gelecek, inşa edilen beton bugün Türkiye, Paris anlaşması'nı onaylayarak ve iddialı bir "2053 net sıfır" emisyon hedefi ilan ederek uluslararası topluma yeşil bir dönüşüm sözü verdi. Ancak bu "yeşil" söylem, ülkenin dört bir yanında yürütülen çevre katliamları ve fosil yakıta dayalı projelerle tam bir çelişki içindeydi. Hükümet, bir yandan iklim değişikliğiyle mücadele ettiğini iddia ederken, diğer yandan yoksul hanelere ve okullara kömür dağıtmaya devam etti...

Akbelen ormanı'nda, Limak Holding ve içtaş ortaklığındaki bir kömür madeni için ağaçların kesilmesine direnen köylüler ve aktivistler, devletin jandarması tarafından biber gazı ve toma'larla bastırıldı. Benzer mücadeleler, Kazdağları'nda siyanürlü altın madenciliğine karşı da verildi. Akkuyu nükleer santrali gibi çevresel riskleri yüksek projeler ise iktidarın öncelikli yatırımları arasında yer aldı...

İktidarın iklim politikası böylece iki ayrı kulvarda işledi: biri, uluslararası kamuoyuna yönelik "yeşil" bir vitrin; diğeri ise, yandaş inşaat ve enerji şirketlerinin çıkarlarına hizmet eden "gri" bir iç politika. Bu iki politika çatıştığında, kazanan her zaman beton ve sermaye oldu...

bir çelişkiler mirası 23 yıllık bu muhasebe, AKP iktidarının en temel özelliğinin söylem ile gerçeklik arasındaki sistematik uçurum olduğunu gözler önüne seriyor. Bu durum bir hata veya ara sıra yaşanan bir sapma değil, bizzat yönetim anlayışının bir parçası haline gelmiştir. Ahlaki, milli veya dini bir söylem, genellikle tam tersi sonuçlar doğuran veya dar bir eliti zenginleştiren politikaları meşrulaştırmak için bir araç olarak kullanılmıştır...

Faize karşı savaş açıp rekor faiz ödeyen, enflasyonu dizginlediğini iddia edip halkı yoksullaştıran, işçiyi koruduğunu söyleyip grevini yasaklayan, kadını baş tacı edip onu koruyan sözleşmeden çekilen, hukukun üstünlüğünden bahsedip AHİM ve AYM kararlarını tanımayan ve seçmen iradesini kayyumlarla yok sayan bir yönetim anlayışının bıraktığı miras, derin bir güvensizlik ve toplumsal kutuplaşmadır...

Geriye, cevabı geleceği şekillendirecek olan temel bir soru kalıyor: Nüfusun önemli bir kısmının, resmi olarak ilan edilenden tamamen farklı bir gerçeklik içinde yaşadığı, devlete ve kurumlara olan güvenin bu denli aşındığı bir siyasi sistemin uzun vadeli akıbeti ne olacaktır?

Önceki Haber KOFİ’NİN DİPLOMASI...
Sonraki Haber Böyle Buyurdu Zerdüşt...
Benzer Haberler
Rastgele Oku