Yusuf KARADAŞ...
[email protected]
Ülkeye ağır bedeller ödetmiş kırk yıllık savaş ve çatışmaları sona erdirmek adına başlatılan sürecin ve bu süreç bağlamında atılmış tek somut adım olan meclis komisyonunun adında bile ‘barış’ sözcüğünün geçmesini engelleyen bir iktidardan ülkede demokratik-barışçıl bir geleceğin inşa edilmesi konusunda umutlu olunabilir mi?
İktidarın bugüne kadar sürdürdüğü politikaya bakarak bu soruya olumlu yanıt vermek mümkün görünmüyor. Aksine iktidarın pratiği, Kürt sorunuyla ilgili süreci içeride baskı politikalarını kalıcılaştırmak ve bölgede de yayılmacı emellerine dayanak yapmak üzere araçsallaştırmak istediğini ortaya koyuyor. Dahası son günlerde iktidar cephesinden yükselen Rojava ve SDG’ye (Suriye Demokratik Güçleri) yönelik tehdit söylemleri, bu sürecin de oldukça kırılgan bir çizgide ilerlediğini/ilerleyeceğini gösteriyor...
İktidarın Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’den Karadeniz ve Kafkasya’ya ülkeyi çevreleyen bölgelere dair politikasını da ‘yeni Osmanlıcılık’ olarak nitelenen ve Osmanlı’nın geçmişte egemen olduğu topraklarda yeniden söz sahibi olmayı amaçlayan yayılmacı yönelimi belirliyor. Bu nedenle Suriye ve Libya’dan Dağlık Karabağ ve Ukrayna’ya nerede bir savaş ve çatışma varsa Türkiye ya doğrudan kendi ordusu ya da destek verdiği cihatçı gruplar ve silahlarıyla orada karşımıza çıkıyor. Üstelik Cumhurbaşkanı Erdoğan ve iktidarı, Türkiye’nin bu savaş ve çatışmalara taraf olmasını, SİHA’lar başta Türk silahlarının buralarda kullanılmasını da “Büyük ve güçlü Türkiye” propagandasının merkezine koyuyor...
Kürt sorunu cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürtlerin ulusal demokratik haklarının yok sayılması ve bu yönlü mücadelelerinin zorla bastırılmasından kaynaklanan bir sorundur. PKK gibi silahlı örgütlerin ortaya çıkışı da bu politikanın bir sonucu olmuştur. Ayrıca Birinci Emperyalist Paylaşım savaşı sürecinde Kürdistan coğrafyasının dörde bölünmesi sonrasında her parçadaki (Türkiye, Irak, İran ve Suriye) ulusal hareket farklı bir gelişim seyri gösterse de Kürt sorununun giderek uluslararası bir karakter kazanmasını sağlamıştır...
Ülkedeki iktidar blokunun Kürt sorunuyla ilgili son süreci hangi gelişmelerden sonra ve nasıl ele aldığı, demokratik-barışçıl çözüme mesafesinin anlaşılması bakımından da önem taşıyor...
MHP lideri Bahçeli, iktidar bloku adına son sürecin sözcülüğüne soyunurken bölgesel tehditlere (İsrail saldırıları üzerinden bölgenin yeniden dizayn edilmesine) işaret etmişti. Kürt hareketiyle çatışmalar ve silahlı Kürt hareketlerinin varlığı, bölgenin yeniden dizayn edilmesi sürecinde iktidar için tehditler yaratıp hareket alanını sınırlıyordu. Bu nedenle iktidar, son süreci Kürt sorununu çözmek için değil, bu sorunun sonucu olarak ortaya çıkan silahlı güçlerin tasfiyesi ya da en azından kontrol edilmesi ve böylelikle bölgedeki olası riskleri ortadan kaldırarak kendi yayılmacı emellerine dayanak haline getirmek amacıyla başlatmıştı...
Son yerel seçimlerde ana muhalefet partisi CHP’nin birinci parti çıkarak hemen bütün büyük şehirlerde seçimleri kazanması ve öte yandan uygulanan ekonomik politikaların işçi-emekçilerin geniş kesimlerinde hoşnutsuzluk yaratması karşısında ciddi bir güç kaybı yaşayan iktidar bloku ve temsil ettiği tekelci sermaye güçleri, bu süreci iç politikayı da dizayn etmek için kullanmaya yönelmişti. Bu temelde bir yandan Öcalan ile yapılan görüşmeler ve kurulan komisyon üzerinden Kürtlerde beklenti yaratılması ve öte yandan da CHP’ye yargı eliyle siyasi operasyonlar yapılması ve işçi emekçilerin insanca yaşam ve örgütlenme amacıyla yaptıkları her türlü hak eyleminin bastırılması üzerinden muhalefetin etkisizleştirilip ‘iç cephe’nin tahkim edilmesine yönelik politikalar uygulamaya konuldu...
Böylece süreç, başta İran’ın geriletilmesi sonrasında ortaya çıkacak boşluğun doldurulması olmak üzere bölgenin yeniden dizaynında tekelci burjuva gericiliğin çıkarları temelinde alan tutmak ve içeride muhalefetin ezilmesiyle iç cepheyi tahkim etmek olmak üzere birbiriyle iç içe geçmiş iki boyutlu bir politika olarak devreye sokuldu...
Peki, bu politikalar kimlerin çıkarlarına hizmet ediyor?
Erdoğan’ın söylediği gibi “Büyük ve güçlü Türkiye” propagandası eşliğinde sürdürülen bu politika ile Türk, Kürt ve Arap halkları mı kazanacak?
Aslında bu sorunun yanıtını Erdoğan’ın başdanışmanlarından İlnur Çevik, Suriye Kürtlerine karşı 2018’de düzenlenen Afrin operasyonu sürecinde vermişti. Çevik, “Elli küsur şehit verdik ama Suriye’deki yeniden inşa sürecinde Türk müteahhitleri pastadan daha fazla pay alacak” demişti...
Çevik doğru söylüyordu. Halklar arasında gerilim ve çatışmalar çıkaran, yıkım ve ölüm getiren bu politikadan iktidarın kader birliği yaptığı tekelci sermaye güçleri kazanıyordu...
Suriye’de Erdoğan iktidarının iş birliği yaptığı; ABD, İsrail ve batılı emperyalistlerin destek ve onay verdiği HTŞ’nin (Heyet Tahrir eş Şam) yönetime getirilmesi sonrasında yeni Suriye’nin inşa edilmesi ve pazarının paylaşılmasında Kalyon, Cengiz, TAV gibi Türk tekellerinin içinde yer aldığı konsorsiyumlar enerji ve inşaat ihalelerini almaya başladılar. Türkiye’nin tekstil tekelleri gözlerini Suriye’nin ucuz ve örgütsüz işgücüne dikmiş durumdalar...
PKK’nin Irak’taki silahlı varlığının sona erdirilmesi, Irak ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya açılması planlanan ‘Kalkınma Yolu’nun güvenliği içinde olmazsa olmaz görülüyor ve bu nedenle Irak merkezi ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi tarafından da destekleniyordu. Şimdi Türkiye ve Irak arasındaki petrol boru hattı anlaşması da enerji ve inşaat tekelleri başta olmak üzere büyük şirketlerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde yenileniyor...
Libya savaşına paralı askerleri, MİT ve SİHA’larla taraf olan Erdoğan iktidarı, dün düşman ilan ettiği Hafter’i yenilgiye uğratamayınca Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarından pay alabilmek için şimdi Hafter’le iş birliğini geliştirmeye çalışıyor...
İsrail Gazze’de soykırım yaparken ve Filistinli çocuklar açlıktan ölürken bile İsrail ile ticaret yapan Türk şirketlerin çıkarları, Filistin halkıyla dayanışmanın önüne geçiriliyor...
Bir yanda Erdoğan iktidarının Kürt sorununu bir “terör sorunu” ve Kürtlerin sınırların ötesindeki kazanımlarını bile bir tehdit olarak görmesi ve öte yandan ABD emperyalizmi ve İsrail’in başını çektiği gerilim ve çatışmalar, ülke ve bölge halkları için barış talep ve mücadelesini yaşamsal bir sorun haline getiriyor...
Kürt sorunu gibi yüz yıllık ve önemli bir demokrasi sorunuyla ilgili başlatılan sürece “terörsüz Türkiye” diyerek çözümden ne anladığını ortaya koyan ve yayılmacı emelleri peşinde koşmaya devam eden Erdoğan iktidarının politikalarında barışın adına bile yer yok. Bu yüzden ülkede Kürt sorununun eşit haklar temelinde çözümünü kapsayacak bir demokratikleşme ve bölgede barış ancak iktidarın demokratik muhalefeti bölme ve etkisizleştirme politikasının boşa çıkartılması; işçi sınıfı ve halkların ortak mücadelesi ve dayanışmasıyla kazanılabilir...
NOT: Bu yazı Günlük Evrensel Gazetesi'nden alınmıştır...