Zeliha IRMAK...
[email protected]
2023 genel seçimlerinin ardından Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in uygulayıcısı olduğu Erdoğan-Şimşek programı işçi ücretlerinin bastırılmasını esas alan bir hat izledi. Yüksek enflasyonu kontrol altına alma iddiasıyla uygulanan program enflasyonu dizginlemediği gibi işçi sınıfının ücretlerinde ciddi erimelere neden oldu. Bu durum parçalı da olsa pek çok alanda ücret savaşlarını gündeme getirdi. Ücret mücadelelerinin gösterdiklerini, sınırlarını, reel kayıplarda sendikal bürokrasinin ve iktidarın rolünü, kayıpları telafi eden kazanımlar bir yana erimeyi engelleyecek bir mücadelenin ihtiyaçlarını Birleşik Tekstil Dokuma ve Deri İşçileri Sendikası (BİRTEK-SEN) Genel Başkanı Mehmet Türkmen ile konuştuk...
Yılın başından bu yana pek çok ücret talepli mücadeleye şahit olduk. Ancak birkaç özel örnek dışında kazanımlar çok sınırlı kaldı. Ücret mücadeleleri tıkandı mı?
Ücret mücadeleleri işçi hareketi açısından son birkaç yılın en temel dinamiği. Mehmet Şimşek programıyla birlikte hız kazanan ücretleri bastırma politikası ve bu politikaların sonucu olarak yaşanan çıkmazın bir sonucu olarak uzun süredir yüksek faiz uygulanıyor, Türkiye’nin uluslararası rekabette ucuz iş gücünü “avantaj” olarak gören anlayışla ihracata dayalı büyüme modeli ve bu sektörlerdeki sermaye çevreleri aktarılan sınırsız kaynaklarla besleniyor. Dünyadaki ekonomik gidişatın, konjonktürün de etkisiyle özellikle iki yıldır çok ciddi bir daralma var. Daralma son dönem daha da artmış durumda...
Erdoğan-Şimşek programı ile iktidarın ücret savaşını başlattığını söylememiz gerekiyor. Son birkaç yıldır Türkiye’nin çeşitli yerlerinde patlak veren genellikle ücret talepli mücadeleleri, hükümetin başlattığı ücretleri bastırma, eritme girişimine işçi sınıfının verdiği bir tepki olarak okumak gerekiyor. Henüz buna “karşı saldırı” dememiz mümkün değil. Türkiye’deki ücret talepli hareketlerin hâlâ savunma düzeyinde olduğunu ve çıtası itibariyle ücretleri reel olarak koruma düzeyinde bile olmadığını düşünüyorum...
Erdoğan-Şimşek programının en temel motivasyonu ücretleri olabildiğince bastırmak, işçilerin kimi hakları ve kazanımlarını tırpanlamak. Belli oranda başardıklarını da görüyoruz. Ancak bu sermayenin ve iktidarın içinde olduğu krizi çözmeye yetmiyor. O yüzden dünle karşılaştırıldığında çok erimiş olmasına rağmen hâlâ ortalamanın biraz daha üzerinde olan belli başlı sektörlerde de ücretlerin en aşağıda eşitlemek istendiğini görüyoruz. İktidar bu amaçla saldırılarını kararlı şekilde sürdürüyor...
Buna karşın işçi mücadelelerinin lokal düzeyde de olsa, birleşik harekete henüz dönüşmese de giderek yayıldığını görmemiz gerekiyor. Ücret savaşlarının önümüzdeki dönemde kızışarak devam edeceğini düşünüyorum...
Mevcut işçi mücadelelerinin ücretleri reel olarak bile koruma düzeyinde olmadığını söylüyorsunuz…
Evet. Geçtiğimiz mücadeleler en azından kayıpları belli ölçüde sınırlayan mücadeleler oldu. Ama son birkaç yıldır reel ücretlerdeki düşüşü engelleyen; ücretleri ve kazanımları koruyabilen düzeyde olmadı. İstisnalar oldu. Örneğin geçtiğimiz yılın sonunda Birleşik Metal-İş’in örgütlü olduğu ve Cumhurbaşkanlığı kararıyla yasaklanmasına rağmen devam eden grevlerin bir sonucu olarak kazanılan ücret artışları…
Ama toplamda baktığımızda işçi ücretlerinin hem ortalamada hem genelde düşmeye, erimeye devam ettiğini görüyoruz. Ücret mücadeleleri iktidarın, sermayeyle birlikte işçi ücretlerini en dibe çekme amaçlı saldırılarını püskürtecek düzeyde değil. Belki bir tıkanma değil ancak mücadelelerin sekteye uğradığını söyleyebiliriz...
Sekteye uğramasının sebebi nedir?
Kararlı bir şekilde saldıran sermaye sınıfı var ve onun çıkarları doğrultusunda pervasız biçimde hareket eden bir iktidar ve onun saldırı programı karşımızda. Ama zaten işçi sınıfının karşısında bu pozisyon hep olacak. Bence en öne çıkan sebep sendikal bürokrasi...
Birkaç örnekle açayım. Ücretlerin genel olarak tamamını belirlemese de kimi iş kolları var mesela belediyeler bunlardan biri. Sendikal örgütlülük bakımından da kritik. Dolayısıyla bu iş kolu belli bir çıtayı temsil eder. Ama son yıllarda işçilerin talepleri ve iradesi doğrultusunda bir mücadele olmadı. CHP’li belediyelerdeki grevler mesela. Genel-İş’in örgütü olduğu belediyelerde grevler yaşandı. Bunlar çok düşük zamlarla ve işçilerin ücretlerini daha da geriye çeken sözleşmelerle sonuçlandı. Grevlerin neredeyse tamamı sendika merkezinin işçiden habersiz gece yarısı imzalarıyla sonuçlandı...
Bir diğer örnek kamu işçileri. Kamu çerçeve protokolü hâlâ imzalanmadı. Ortada teklif bile yok. Kamu işçileri artık ek iş yapmadan geçinemiyor. Son sözleşmelerde Türk-İş ve Hak-İş’in tutumuna baktığımızda, işçinin artan tepkisini bastırmaya ve gazını almaya dönük kimi açıklamalar yapsalar da işçilerin taleplerini esas alan bir mücadele ortaya koyma konusunda son derece geri duruyorlar...
İşçi ücretlerinin ortalamasını yükselten iş kollarından diğer ikisi de metal ve petrokimya. Sonbaharda MESS sözleşmesi var. Türk Metal’in sendikal anlayışına ve daha önceki pratiğine baktığımızda işçinin iradesiyle birleşen bir mücadele ortaya koymayacağını bugünden biliyoruz...
TÜPRAŞ’ta yaşananları da yeni gördük. Binlerce işçinin kararlı mücadelesine, iradesine, kamuoyunda oluşan tepkiye rağmen sendika işçilere sormadan düşük zamlı sözleşme imzaladı...
Örneklerden gördüğümüz gibi örgütlü sendikalar işçinin iradesini yok sayarak, habersiz, onaysız, talepleri görmezden gelen bir tutum alıyorlar. Sendikal bürokrasinin uğursuz rolü, sermaye ve devletle, işverenle uzlaşmacı çizgisi, hem bu iş kollarındaki işçilerin hem de Türkiye işçi sınıfının ücretlerini geriletiyor...
Bu tutumla mücadele nasıl olmalı?
Bu tutumların değişmesi işçilerin sendikaları zorlayacak, hatta onu aşacak bir inisiyatif alıp alamamasına bağlı. İşçi kararlı ve birlikte durmalı ki sendika işçinin öfkesinden korkmalı. Sözleşme imzalandıktan sonra işçi “Sendika öyle yaptı, böyle yaptı, bizi sattı” diye öfkelenmekte haklı da olsa bu geri bir tutum. İşçiler kendi kaderini sendikal bürokrasinin iki dudağı arasına bırakmayan bir mücadele hattı izlemeli ve sendikaları “Bizi lime lime ederler mi, bizi tükürüklerinde boğarlar mı” diye korkutmalı...
Başpınar’da ek zam mücadelesi...
Bu anlattıklarınız açısından Başpınar mücadelesi nerede duruyor?
Başpınar’da ve Antep’teki tekstil işçilerinin özellikle Şubat 2022’den başlayarak bugüne kadar sürdürdüğü ücret mücadelelerinde özgünlükler var. Birincisi, işçilerin tamamı sendikasızdı. Adeta işçinin kendi göbeğini kestiği mücadeleler yaşandı...
Antep’te işçi hareketinin, özellikle tekstil ve dokuma işçilerinin, son 30 yıllık mücadele deneyimine baktığımızda arkasında sendikal bürokrasinin oynadığı rolü görüyoruz. Sendikal bürokrasinin ihanetinin en çarpıcı, en bariz örnekleri yaşandı Antep’te...
Bir tarafta sendikal bürokrasi yüzünden yaşanan yenilgileri, öte tarafta Antep işçi sınıfının her yıl denediği, önemli kazanımlar da elde ettiği mücadeleleri ve bu mücadelelerin getirdiği birikimi gördük. Ama işçiler sendikasız olduğu için kazanımlar korunamıyordu...
Burada da BİRTEK-SEN’in rolü devreye giriyor. 2022’de ilk dalgadan itibaren (sendikanın da henüz yeni kurulduğu dönem) sendikanın işçilerin bir mücadele odağı haline gelmesi ve direnişlerdeki rolü önemliydi...
İşçiler BİRTEK-SEN’de örgütlü olmasa bile sendika fiili mücadelelere öncülük etti. İşçiler de sendikayı kendi öncüsü gibi gördü. Bu, direnişlerin hem diğer fabrikalara yayılması hem sonraki mücadelelere birikim taşımasında önemliydi...
Başpınar işçisi ‘ücret savaşı’nı kazandı mı?
Başpınar’daki üç direniş dalgası yaşanan ücret kayıplarını tamamen engelleyemediler ya da ücretleri reel bazda koruyamadılar ama ücretlerin daha çok düşmesine engel oldu. Onlarca fabrikada, on binlerce işçinin katıldığı direnişler oldu...
Dördüncü direniş dalgası öncekileri de aşacak bir karakter gösteriyordu. Sendikanın iş yeri komiteleri üzerinden başlattığı çok ciddi bir hazırlığı vardı. Yüzlerce işçiyle yüz yüze gelinen toplantılar yapıldı, 40 fabrikadan temsilcinin katıldığı bir kurultay örgütlendi, anket çalışmaları yapıldı, on binlerce bildiri dağıtıldı. Bunların sonunda şubat ayı direnişlere sahne oldu. İşçiler “Yüzde 30 sefalet zammını kabul etmiyoruz” dedi. Direnişteki iş yerlerinin ortak hareket etme, talepler etrafında hareket etme eğilimi daha da güçlendi.
Devlet pratiği ne oldu bu süreçte?
Tüm bunlar sermaye ve devleti korkuttu. Devletin, istihbaratın, emniyetin, jandarmanın, valiliğin ve patronların yaptığı toplantıları biliyoruz. Toplantıda konuşulanları da biliyoruz. İstihbarat raporları yazıldığını biliyoruz. Direnişler sırasında e-devlet üzerinden sendikaya üyelik işlemlerini günlerce durdurdular. Türkiye’de ekonomi çok kırılgan, devlet de biliyordu. Bu eylemlerin önünü kesmezse Türkiye geneline yayılma ihtimali yüksekti.
Zam döneminde iş bırakmakla olmuyor, kalıcı birliğe de ihtiyaç var
Direnişlerin sonucu elde edilen kazanımların kalıcı olmamasının nedenleri neler?
İşçilerin sendikalarda örgütlü olmamasının etkisi var. Başpınar işçileri artık BİRTEK-SEN’i farklı bir yere koyuyor. Güven duyuyor. Sendikal bürokrasinin 30 yıl boyunca işçiyi satmasının örgütlenme önünde engel olmaması mümkün mü? Özellikle tekstil ve dokuma iş kolunda yaratılan tahribat tereddüt yaratıyor. Bir diğer neden ise elbette işten atma tehditleri, başka yerde iş bulamama korkusu...
Tüm bu endişe ve korkuları yaşayan işçiler elbette bir adım ötesine geçmeye cesaret edemiyor. Toplu kolektif bir bilince dönüştüremiyor. Antep’te son direnişle bunun önemli ölçüde kırıldığını gördük. Örneğin sendikaya 1000 işçi üye oldu...
Kalıcı bir birliğe ihtiyacımız var. Sadece zam döneminde iş bırakmakla olmuyor. Baskılara, OHAL durumuna, gözaltı, tutuklamalara rağmen devam edecek bir birliğe ihtiyacımız var. Bu da ancak mücadeleci bir sendikayla olur...
Türkiye işçi sınıfının, ücret mücadelelerinin tıkanmasına sebep olan sendikal bürokrasiyi aşacak yeni mücadeleci bir sendikal seçeneğin olduğunu bilmesi gerekiyor...