Süreç iktidarın tekelinden çıkarılmalı...

Süreç iktidarın tekelinden çıkarılmalı...

EMEP Genel Başkanı Seyit Aslan’la Barış ve Demokratik Toplum sürecini, kurulacak komisyonun misyonunu ve bu süreçte sol-sosyalistlerin tutumunu konuştuk...

Biz bu süreci yeni bir mücadele dönemi olarak görüyoruz. Türk ve Kürt emekçilerinin ortak demokrasi mücadelesi için yeni bir evre ve olanak sunduğuna inanıyor, sürecin Saray iktidarının tekelinden çıkarılması gerektiğini düşünüyoruz....

Komisyon, Cumhur İttifakı’nın denetiminde olmayan, bütün partilerin temsil edildiği, halkın sürece katılımını ve her aşamanın halkla paylaşılmasını amaçlayan bir yapıda olmalı. Bu komisyona sendikalar, meslek örgütleri ve diğer sivil toplum kurumları da dahil edilmelidir...

Gerçek barış, Cudi Dağları’nın yakılmamasını, ortak zenginliklerinin ve seçilmiş belediyelerin Kürt halkına iade edilmesini, yağmanın, kıyımın ve talanın sona ermesini gerektirir. Bu söylediklerimiz yalnızca Kürt illeri için değil, batı için de geçerli...

AZİZ ORUÇ'un röportajı...

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın 27 Şubat'ta yaptığı Barış ve Demokratik Toplum çağrısıyla başlayan sürecin ardından PKK'nin 12. Kongresi'ni yapması ve 11 Temmuz'da 30 kişilik gerilla grubunun silahları imha etmesiyle sürdü. Yasal düzenlemeler için ise Meclis’te kurulması planlanan “Çözüm Komisyonu” için görüşme trafiği sürüyor. Sadece meclisteki partilerin değil parlamento dışı partiler, STÖ, insan hakları kurumları vb. geniş bir çevrenin de bu sürece dahil edilmesi talep ediliyor. Emek Partisi (EMEP) Genel Başkanı Seyit Aslan’la Barış ve Demokratik Toplum sürecini, kurulacak komisyonun misyonunu ve bu süreçte sol-sosyalistlerin tutumunu konuştuk...

Barış ve Demokratik Toplum sürecinin başlangıcından bu yana yaşanan gelişmeleri, yürütülme şeklini nasıl değerlendiriyorsunuz?

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli tarafından “Terörsüz Türkiye” adıyla ileri sürülen ve çözüm, barış, demokrasi gibi ifadelerin dahil olmadığı bu süreç, son derece steril bir biçimde başlatıldı. Ne halktan ne kamuoyundan ne parlamentodan ne de sivil toplum kuruluşlarıyla emek ve meslek örgütlerinden katkı beklenmeden, onların bilgisi dışında yürütüldü. Saray iktidarını temsil eden kesimler, bu sürecin herhangi bir pazarlığa açık olmadığını, yalnızca örgütün kendini feshetmesi ve silahları bırakmasından ibaret olduğunu söyleyerek yıllardır körüklenmiş milliyetçi refleksleri yatıştırmaya çalışıyor. Ancak milliyetçi tezahürat arttıkça, devletin süreci yavaşlatması ya da hiç adım atmaması yönündeki mazeretleri de güçleniyor. Bu söylem, iktidarın kendisini dış güçler tarafından sınırlanmış gibi göstermesini kolaylaştırıyor. Tabii ki tek faktör bu değil. Saray iktidarı, Kürt halkının beklentilerini en düşük düzeyde ve belirsiz tutmaya çalışıyor. Böylece kazanılmış hakların birer lütuf gibi algılanması hedefleniyor...

Silah bırakma töreni, bu belirsizlikler içerisinde gerçekleşti. PKK’nin kendini feshetmesi ve gönüllü olarak silah bırakma kararı, kimsenin itiraz edemeyeceği bir gelişmedir. Kürt halkı yıllar boyunca ağır bedeller ödedi, büyük acılar yaşadı, zaman zaman devletin genişletilmiş ‘terör’ tanımı nedeniyle bir bütün olarak halk dahil edildi. Bu noktada önemli olan, bundan sonra sürecin nasıl şekillendirileceğidir. Biz bu süreci yeni bir mücadele dönemi olarak görüyoruz. Türk ve Kürt emekçilerinin ortak demokrasi mücadelesi için yeni bir evre ve olanak sunduğuna inanıyor, sürecin Saray iktidarının tekelinden çıkarılması gerektiğini düşünüyoruz...

Hükümetin yaklaşımı kalıcı bir çözüm üretmeye uygun mu?

İktidar, “Kürtlerin atacağı adıma karşılık bir adım atacağız” diyerek, “merdiven” ya da “fermuar sistemi” olarak adlandırılan bir yol haritası çiziyor. Ancak 2015’te çözüm masasının tek taraflı olarak devrilmesinin ardından yaşananlar, ne devletin ne de Kürt halkının hafızasından silindi. O dönem, kentlerin kuşatıldığı, sokağa çıkma yasaklarının ilan edildiği ve katliamların yaşandığı ağır bir süreçti. Bugün ise hem bu acı geçmişin yarattığı karşılıklı güvensizlik hem de Ortadoğu’daki belirleyici güç dengeleri, adı konulmamış bu sürecin kırılganlığını arttıran etkenlerin başında geliyor...

İktidar, her zamanki gibi bu süreç sayesinde bir taşla birçok kuş vurmak istiyor. Öncelikle iç cepheyi tahkim etmek, yani toplumsal ve siyasal ilişkileri yeniden şekillendirmek istiyor. Süreci araçsallaştırarak iktidarını sürdürmenin yollarını arıyor. Erdoğan “DEM, MHP, AKP olarak birlikte yürüyeceğiz” sözleriyle Kürt halkı adına hayali bir ittifak çerçevesi çiziyor. Bu aynı zamanda en güçlü rakibi olan CHP’yi köşeye sıkıştırmak, CHP ile DEM’in yerel seçimlerdeki ittifakını bozmak amacı taşıyor...

İkinci olarak, iktidar, mücadelelerle kazanılmış hakları sistematik biçimde tasfiye ediyor. Kayyum uygulamalarını genelleştiriyor. Emekçilerin her geçen gün daha da yoksullaştığı bu ortamda, her türlü itiraz ve hak talebini bastırmaya çalışıyor. Giderek daha faşizan bir sistem kuruluyor. Yeni anayasa girişimiyle tek adam rejiminin faşizan karakterini kalıcılaştırarak ona yasal bir çerçeve kazandırmak istiyor...

Üçüncü olarak, iktidar Ortadoğu’da ilhak siyaseti hedefinden vazgeçmiş değil. Türk-Kürt-Arap birlikteliği gibi barışçıl bir ifadeyi, Osmanlı Millet Sistemi’ni yeniden oluşturmaya yönelik Neo-Osmanlıcı bir projeye dönüştürerek kamuoyuna iyi bir şey gibi sunuyor. Oysa anlaşılıyor ki, iktidar yayılmacı ve gerilimi kışkırtıcı pozisyonundan bir adım bile geri atmıyor...

Bu çerçevede düşünüldüğünde, iktidarın atacağı her adımı kendi siyasal ve iktisadi çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde atacaktır. Atılacak adımlar, Türkiye’deki hiçbir halkın gerçek yararına olmayacaktır. Demokratik bir gelişme, hâlâ ve yeniden, halkların ortak mücadelesine bağlı kalmaya devam edecektir...

Meclis’te kurulması planlanan komisyona ilişkin ne düşünüyorsunuz? Bu komisyon sürecin demokratik ve kapsayıcı şekilde ilerlemesine katkı sağlayabilir mi?

Kurulması planlanan bu komisyonu, ağırlığını AKP ve MHP’nin oluşturduğu, sürece sözde demokratik bir görünüm vermeyi amaçlayan bir girişim olarak değerlendiriyoruz. Bazı partiler bu komisyonda yer almayı reddediyor, bazıları ise sürece dahil edilmiyor. Oysa, parlamentodaki bir komisyonun yürüteceği tartışmalar, toplumu temsil eden tüm örgütlü kesimlerin dahil olmasıyla yararlı olabilir...

Ancak iktidar, bu komisyona “dostlar alışverişte görsün” mantığıyla yaklaşıyor. “Herkes fikrini söylüyor, ne kadar demokratik bir süreç yürütüyoruz” izlenimi yaratılmak isteniyor. Domine eden güç elbette Cumhur İttifakı ancak komisyonu, herhangi bir sorun çıktığında sorumluluğu yaymak amacıyla bir araç olarak kullanılıyor. Bize göre komisyon, Cumhur İttifakı’nın denetiminde olmayan, bütün partilerin temsil edildiği, halkın sürece katılımını ve her aşamanın halkla paylaşılmasını amaçlayan bir yapıda olmalı. Bu komisyona sendikalar, meslek örgütleri ve diğer sivil toplum kurumları da dahil edilmelidir...

Demokrasinin koşulu ve özü yalnızca parlamentodaki müzakerelerden ibaret değil. Daha önce defalarca tanık olduğumuz üzere, iktidar çoğunluk aritmetiğini ve yetki tekelini kullanarak parlamento üzerinde hegemonik ve kısıtlayıcı bir rol oynuyor. Bu nedenle kurulması planlanan komisyon, güven verici gelmiyor. Çünkü iktidarın “müzakere” anlayışı, sürecin kendi kontrolünde yürümesidir...

Kalıcı ve demokratik bir çözüm için nasıl bir yol izlenmeli?

Kürt sorununun çözümü, Bahçeli’nin “süreç” anlayışından çıkmayacak. Zaten iktidar açısından ortada bir “Kürt sorunu” da yok. Süreci yalnızca “terörün tasfiyesi” olarak görüyor ve buna “tek vatan, tek millet, tek bayrak” retoriğiyle bakılıyor. Aynı zamanda Ortadoğu’da emperyalist güçlerin ve İsrail’in yürüttüğü paylaşım savaşına eklemlenmiş kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için Kürtlerin sessizliğini güvenceye almak istiyor. Bu noktada asıl önemli olan, iktidarın olabildiğince taviz koparmaya çalıştığı bu süreci kalıcı hakların kazanılması ve kolektif kimliğin yeniden inşası için bir fırsata çevirmek ve bu amaçla demokrasi ve barış mücadelesini yükseltmek. En temelde ise, Saray iktidarından ve hızla inşa ettiği faşizmden kurtulmak da bu mücadeleye bağlıdır...

Sol, sosyalist ve demokrasi güçlerinin bu süreçteki sorumlulukları neler? Rollerini yeterince oynadıklarını düşünüyor musunuz?

Sol, sosyalist ve demokrasi güçlerinin ortak hedefler ve temel talepler etrafında, daha da önemlisi, demokratik bir Türkiye perspektifine sahip net bir program çerçevesinde buluşması, güçlü bir mücadele birliği oluşturması gerekmektedir. Bu ihtiyaç her zamankinden daha acil bir hal almıştır. Bu açıdan, acil ekonomik ve demokratik talepleri, politik hakları içeren bir platform etrafında sömürülenlerin ve ezilenlerin birliğini büyütecek bir mücadele hattı oluşmalıdır...

İkincisi, içinde bulunduğumuz bu süreçte Kürt halkı yalnız bırakılmamalıdır. Kürt halkının yalnızlığı aynı zamanda Türkiye’deki tüm emekçilerin de yalnızlığı anlamına gelir. Aynı gericilik her iki halkı da tehdit ediyor; sorunların kaynağı ortak...

Sarayın, kendi yayılmacı çıkarlarına hizmet edecek şekilde Türk-Kürt-Arap bileşenlerinden oluşan Osmanlı tipi bir millet sistemine karşı bizler, halkların eşitlik, barış ve demokrasi içinde yaşayacağımız bir Ortadoğu’yu hedefleyen bir mücadele yürüteceğiz...

Suriye’de kurulan rejim yalnızca İsrail ve ABD kuşatması altında değil, aynı zamanda Saray iktidarının da etkisi altındadır. Halk düşmanı Şara iktidarı, Alevilerden sonra Dürzilere de saldırıyor, Kürt halkı ise hala tehdit altında. Bölgede emperyalist güçler ve onların işbirlikçileri eliyle bir dizayn ve yeniden inşa süreci yürüyor. Suriye’de belirli bir inisiyatif gösteren halklar bu sürecin ilk hedefidir...

İsrail, Suriye’nin savunma güçlerini yok etmişti. Son olarak Şam’a yönelik düzenlenen saldırı, Suriye tamamen diz çökene ve İsrail-ABD’nin uydusu haline gelene kadar Suriye halkları ateş altında kalmaya devam edecek. Buna ABD’nin Suriye-Türkiye temsilcisinin "Biz Kürtlere borçlu değiliz" şeklindeki doğrudan tehdidini de ekleyebiliriz...

Bugün Suriye’de de Türkiye’de olduğu gibi “tek vatan, tek millet” sloganı atılıyor. Üniter devlet güzellemeleri yapılıyor. Cumhur İttifakı ise buradan kendi iddialarının doğrulandığı ve modellendiği sonucunu çıkarıyor. Bölgedeki Kürtler üzerindeki etkisini artırmak için kendisine bir tür “hamilik” verilmesini bekliyor...

Ancak biliyoruz ki iktidarın “ortak vatan”dan anladığı, zenginlerin ve sermayedarların vatanı, “millet”ten anladığı ise yandaşlık ilişkisiyle bağ kurduğu topluluklardır. Biz ise hem Türkiye’de hem Ortadoğu’da halkların özgürce yaşayabildiği, demokratik rejimlerin oluştuğu bir düzen hedefleyerek; bölgeyi yalnızca bir pazar alanına çeviren, yer altı ve yer üstü kaynaklarına el koymak için iktidarsızlaştıran uydu devletler inşa eden, sınırları kan ve ateşle çizen bu saldırganlığın son bulmasını istiyoruz. Ezilenler için hem Türkiye hem Ortadoğu, barış ve özgürlük içinde yaşanacak bir yeryüzü parçası olabilir...

Barışın toplumsallaşması sürecinde emekçilere, kadınlara, çalışanlara ve sivil toplum örgütlerine ne gibi görevler düşüyor?

Barış, yalnızca çatışmasızlık anlamına gelmez. Çatışmaların kökeninde bulunan ayrımcılığın, baskıların ve Kürt halkına yönelik zulmün tamamen ortadan kalktığı bir barış ortamı yaratmak mücadele eden bu güçlere düşüyor...

Elbette barış, Saray egemenlerinin zihninde yer aldığı gibi bir “sınıf barışı” değildir. Bugün çıkarılan iklim yasalarıyla madenler yerli-yabancı tekellere peşkeş çekiliyor. Ülkenin doğusunda ve batısında halkın ortak mülkiyeti olan alanlar, ormanlar çitleniyor; yangınlarla iç sınırlar yeniden çiziliyor. Dereler, tarlalar, zeytinlikler yok edilerek yandaş sermayeye rant kapısı açılıyor. Emekçiler yoksulluk sınırının altında ücretlere yaşamak zorunda bırakılıyor. Bu koşullarda, kimsenin hiçbir şeye itiraz edemediği bir düzen barış değil boyun eğmedir...

Gerçek barış, Cudi Dağları’nın yakılmamasını, ortak zenginliklerinin ve seçilmiş belediyelerin Kürt halkına iade edilmesini, yağmanın, kıyımın ve talanın sona ermesini gerektirir. Bu söylediklerimiz yalnızca Kürt illeri için değil, batı için de geçerli. Şunu da açıkça belirtmek gerekir: Türkiye komşu ülkelere yönelik sınır genişletmeden vazgeçmedikçe, iç barış da mümkün olmayacaktır. Çünkü her savaş ve ilhakın faturası, hem maddi hem manevi olarak halka ödetilmektedir...

Son olarak eklemek istedikleriniz ya da bir çağrınız var mı?

Türk ve Kürt emekçilerinin çıkarları her zaman ortaktır. Sömürü düzenine son vermek, demokrasi ve özgürlükleri kazanmak için birlikte mücadele etmek kaçınılmaz bir zorunluluktur. Kürtler yalnızca Kürt bölgelerinde yaşayan bir nüfus değildir; metropollerde yaşayan Kürt emekçiler de, Türk emekçilerle aynı yoksulluğu, aynı baskıyı paylaşıyor. Bu ortak ezilme durumuna, Kürt halkının ulusal kimliğinin ve kolektif haklarının tanınmaması da eklenmektedir...

Çağrımız; hem Kürt hem de Kürt olmayan emekçilere daha adil ve yaşanabilir bir dünyayı ancak ortak mücadeleyle kazanabileceğimizi hatırlatmak ve birleşmektir. Bunun için de devlet eliyle yıllarca üretilmiş ayrımcı, ırkçı ve milliyetçi fikirlerin kelepçesinden kurtulmak gerekmektedir. Çünkü zincirlerimizden başka kaybedecek hiçbir şeyimiz yok. Partimiz, her zaman olduğu gibi, Kürt halkının taleplerinin karşılanması için mücadele etmeye devam edecektir...

NOT : Bu yazı Yeni Özgür Politika Gazetesinden Alınmıştır...

Önceki Haber Aslı FİLİZ : Sanat derin bir yolculuktur hiç bitmez " diyor...
Benzer Haberler
Rastgele Oku