Emek Partisi Genel Başkanı Seyit Aslan: Faşizmin inşasına seyirci kalmanın bedeli ağır olur...

Emek Partisi Genel Başkanı Seyit Aslan: Faşizmin inşasına seyirci kalmanın bedeli ağır olur...

"Saray rejimi faşist bir rejimi inşa etmeye doğru adım atarken buna seyirci kalmak, işçi sınıfının, emekçilerin, çocukların karşısında sorumluluğunu yerine getirmemek olur. Bunun bedeli ağır olur."

Okan EVRİM…
[email protected]
Fotoğraf: Evrensel Gazetesi...

Emek Partisi (EMEP) 27 Eylül’de Türkiye’de faşist bir rejimin inşasına karşı birleşme ve mücadele çağrısı içeren bir bildirge yayımladı. Hem bildirgeyi hem de süreçten ana muhalefete baskılara, Ortadoğu’dan Kıbrıs’a, asgari ücretten “Yasaksız grev, barajsız sendika, güvenceli iş” için verilen kanun teklifine gündemdeki birçok başlığı EMEP Genel Başkanı Seyit Aslan ile konuştuk. En geniş kesimlerin birleşmesi gerektiğini vurgulayan Aslan, “Saray rejimi, faşist bir rejimi inşa etmeye doğru adım atarken buna seyirci kalmak, sorumluluğunu yerine getirmemek olur; bunun bedeli ağır olur” dedi.

Emek Partisi olarak yakın zamanda “Faşizme geçit yok, Saray rejimine karşı emek, barış, özgürlük için birleşmeye ve mücadeleye çağrı” başlıklı bir bildirge açıkladınız. Bu bildirge hangi ihtiyaçla, nasıl bir çalışma sonucu ortaya çıktı?

12-13 Temmuz’da Ankara’da bir merkezi konferans gerçekleştirdik. Genel konferansımızın üzerinden yaklaşık bir buçuk yıl geçmesine rağmen hem Türkiye’de hem Ortadoğu’da hem dünyada çok önemli gelişmeler yaşandı. Trump’ın yeniden seçilmesiyle dünyada çok ciddi bir otoriterleşme yaşanıyor. Suriye’deki, Ortadoğu’daki gelişmeler… Bölgede yeni güç dengelerinin oluştuğu bir sürece girmiş olduk. Hamas’ın 7 Ekim saldırısından sonra İsrail’in Gazze’ye yönelik soykırımcı politikaları, İran’ın ön cephesinin ezilmesi, en son İran’a dönük bombardıman. Türkiye’de Kürt sorunu, Bahçeli’nin 1 Ekim 2024’te yapmış olduğu çağrı ve sonrasındaki yaşanan gelişmeler. Saray rejiminin faşist, gerici bir rejimi inşa etmeye dönük pratik adımları… Konferansımızda bunları ve işçi sınıfı ve emekçilerin yaşadığı sorunları tartıştık. Önümüzdeki yıl Türkiye’de bir NATO zirvesi de yapılacak, antiemperyalist bir mücadeleyi nasıl daha genişletebiliriz? Bunun kararlarının da alındığı bir dönemden geçtik.

Bildirgemizi 27 Eylül’de deklare ederek bir çağrı yaptık. Dedik ki, “Türkiye’de faşist bir rejim inşası yönünde hızlı adımlar atılıyor. Bunun karşısında en geniş kesimlerle bir mücadele birliği, mücadele ittifakı nasıl yapılır? Bunu konuşmak, tartışmak, anlatmak istiyoruz”… Bir ortak mücadele cephesi, acil ve zorunlu bir ihtiyaçtır.

Bildirgede “Bir yol ayrımındayız. Bir tarafta faşizm, diğer tarafta faşist rejimin inşasını engellemek ve halk egemenliğinin önünü açmak” diyorsunuz. Bunun için nasıl ittifaklar öneriyorsunuz?

Temel sorunlar ve acil talepler etrafında esas olarak bir mücadele birliğini öneriyoruz. En geniş demokrasi güçleri, emek güçleri, ezilen ve sömürülen bütün kesimlerin etrafında birleşebilecekleri bir platform ortaya koymaya çalıştık.

Pergelin sivri ucunu koymamız gereken yer, bu iktidarın gitmesi. “İnsanca yaşamak istiyorum” diyenlerin, “Öldürülmek istemiyoruz” diyen kadınların, “MESEM projelerinde hayatımızı kaybetmek istemiyoruz” diyen çocukların, “Ürünümü yok pahasına satmak istemiyorum” diyen üretici köylülerin yan yana gelecekleri, birlikte mücadele edecekleri bir platformdan bahsediyoruz.

İktidar cenahı ve etrafındaki güçler dışındaki kesimler, ana muhalefet de Kürt siyasal hareketi de emek meslek örgütleri de dahil olmak üzere bir mücadele birliğini zorluyoruz. “Böyle olmaz” diyenler, varsa bir projeleri, önerdikleri bir mücadele birliği biçimi, bunları önerebilirler. Bunlara “Hayır, asla yan yana gelmeyiz” demiyoruz.

Saray rejimi, Erdoğan, faşist bir rejimi inşa etmeye doğru adım atarken buna seyirci kalmak, karşısında tutum almamak, “Ben bu fırtınayı etli sütlüye dokunmadan atlatayım” demek, işçi sınıfının, emekçilerin, halkın, gençlerin, çocukların karşısında sorumluluğunu yerine getirmemek olur. Bunun bedeli, bunun faturası ağır olur. Bütün Türkiye halkları açısından ağır olur. O yüzden herkesi sorumluluk almaya, sorumluluklarını yerine getirmeye ve bu konuda çaba göstermeye çağırıyoruz.

“Saray rejimi, karşısında hiçbir güç istemiyor”Ekrem İmamoğlu’na ve gazeteci Merdan Yanardağ’a “casusluk” suçlaması yöneltildi. Aynı gün CHP’ye yönelik ‘mutlak butlan’ davası düştü. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ahmet Özer’in tutuklanması, önce terörle, sonra yolsuzlukla ilişkilendirilmesi… İmamoğlu’nun diplomasının iptali ve 19 Mart’ta gözaltına alması… Ana muhalefet belediyelerine, CHP’ye dönük operasyonlar, kongre iptalleri, davaları… Öncesinde Kürt siyasal hareketine ve belediyelerine yönelik süreçler… Bunlar Saray rejiminin, bir burjuva muhalefet de olsa, kendisi karşısında hiçbir güç istemediğini çok açık biçimde ortaya koydu. Aynı zamanda karşısında birleşme ihtimali olan güçleri dağıtmak ve yalnızlaştırmak üzere de adımlar attı.

Biz bildirgemizde demokratik hak ve özgürlüklerin, seçme ve seçilme hakkının sınırsızca kullanılabileceği, seçilenler halkın çıkarlarına uygun davranmamışlarsa halkın bunları görevden alabileceği bir süreçten, halk demokrasisinden bahsediyoruz.

İkinci parti konumuna düşmüş, halkın desteğini kaybetmiş iktidarın elinde zor aygıtından, siyasallaşmış yargıdan başka bir araç kalmadığını düşündüğümüzde, bunu önümüzdeki dönem daha şiddetli kullanacağı açık. İmamoğlu’na açılan davaların üstüne bir de ‘casusluk’… Bunlar da sonuçsuz kaldığında yeni şeylerle karşımıza çıkacak. Ciddi bir erozyon yaşıyor Saray düzeni. Kendisini yeniden iktidara taşıyacak bir tahkimatın peşinde. O yüzden bir mücadele cephesinin kurulması Türkiye’deki en önemli, acil olan ihtiyaçlardan bir tanesi.

Basın ve ifade özgürlüğü açısından nasıl değerlendiriyorsunuz Yanardağ ve TELE 1’e yönelik baskıyı?

İktidar uzun yıllardır yazılı, görsel, dijital alanda, bütün politikalarına “Ne güzel” diyecek bir medya yarattı kendisine. Her söylediğini öven, şakşakçılık yapan, halkı aldatmaya, yedeklemeye dönük… Medyanın herhalde yüzde 90’ı bu düzeyde. Geriye kalan birkaç medya kuruluşu. TELE 1, Halk TV, Evrensel, BirGün, Cumhuriyet, Sendika.Org, Yeni Yaşam… Özgür ve bağımsızlık çizgisinde yayın yapmak isteyen basın kuruluşlarına dönük çok ciddi baskılar var. İlan haklarının kesilmesi, cezalar, yöneticilerinin yargılanması, muhabirlerinin saldırıya uğraması, tutuklanması da dahil olmak üzere iktidar bu konuda da diğer alanlarda olduğu gibi baskıcı politikalarını sürdürüyor.

“İktidara laf söyleyemezsin” deyip arkasından “casusluk” gibi komik, gayriciddi bir suçlamayla televizyon kanalını, evini basacaksın, tutuklamak üzere fezlekeler hazırlayacaksın ve bunun adımlarını atacaksın… Bunları asla kabul etmiyoruz. Fatih Altaylı aylardır cezaevinde ya da vatandaşa sokakta mikrofon tutuyorsun, düşüncesini, taleplerini söylüyor, hem o YouTube kanalını kapatıyorsun hem de vatandaşı gözaltına alıyorsun. Bu, iktidarın halktan, muhalefetten ne kadar korktuğunun göstergesi. Bunun nafile olduğunu görmeleri gerekir. Bu yolda devam ederlerse kendi sonlarını da hızlandıracaklar. Bu çok net.

"Süreci muhalefeti parçalamanın aracı haline getirmeye çalışıyorlar"
Önemli gündemlerden biri de süreç. Son olarak PKK, silahlı güçlerini Türkiye’den çektiğini açıkladı. Adımlar tek taraflı olarak sürüyor. Bahçeli “Maksimalist taleplerle gelmeyin” çıkışı yaptı, yardımcısı da “Ana dilde eğitim kabul edilemez” dedi. Kürt halkının en temel taleplerinden birine kapı kapatıldı. Taleplerin karşılanmadığı bir çözüm ya da barış mümkün mü?

Bahçeli’nin 1 Ekim 2024’te el sıkıp çağrı yapmasının üzerinden yaklaşık 13 ay geçti. “Somut ne var” diye soracak olursak, ortada bir şey yok. Komisyon kuruldu ama dinlemenin ötesine geçmedi. Bunun karşısında Kürt siyasal hareketinin attığı adımlar var: Öcalan’ın 27 Şubat deklarasyonu, PKK’nin kendisini feshetmesi, silah bırakılması süreci ve son olarak Türkiye’den silahlı güçlerini çekmesi… Görünen o ki iktidar bu süreci muhalefeti dağıtmanın, parçalamanın, Kürt siyasal hareketini bölmenin bir aracı haline getirmeye çalışıyor. Kürt halkının bir bölümünün desteğini almaya çalışıyor. Yeni bir anayasayı da buna dayanak yapmaya çalışıyor. Belki yeniden aday olma sürecini de. Bunların hepsi gerçek. Ama bu, sorunun tartışılmayacağı, talepler için mücadele edilmeyeceği anlamına gelmiyor.

Neden Kürt öğrenci ana dilinde eğitime başlamasın? Neden bölgede seçilmiş belediye başkanları, meclis üyeleri, muhtar görevden alınsın? Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş niye yatıyor? Siz Kürt halkını eski biçimde yönetmeye çalışıyorsanız bunun adı çözüm olmuyor.

Biz parti olarak Kürt halkının ulusal taleplerinin yerine getirilmesi konusunda mücadelemizi sürdürmeye devam edeceğiz. Bildirgemizde de Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı da dahil olmak üzere bütün ulusal taleplerinin yerine getirilmesi ve tanınmasını istiyoruz: Ana dilde eğitim hakkı, kayyımların geri alınması, seçme ve seçilme hakkına dönük her türlü saldırının durması, siyasal tutukların serbest bırakılması, tecrit politikalarına son verilmesi… Bu olmadan, adım atmadan, sadece silah bırakma, örgütün kendini feshetmesi sorunu çözmüyor.

"Meşruiyet karşılığında Erdoğan’a verilmiş ev ödevleri var"
Erdoğan’ın ABD ziyareti sonrası Trump’ın ‘Gazze planı’ kapsamında Hamas’la İsrail arasında bir ateşkes imzalandı. Trump da Hamas’ı ikna çabaları nedeniyle birçok kez Erdoğan’a teşekkür etti. Siyasi iktidarın Filistin konusundaki tutumunu, 7 Ekim sonrası Ortadoğu’daki pozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

ABD yetkilileri kendileri faş ettiler, “Erdoğan, Trump’la görüşmek istiyor, meşruiyet almak istiyor” diye. “Biz de verelim gitsin”, ama neyin karşılığında?

Erdoğan’ın Filistin, Gazze politikası zaten ikiyüzlü, çok açık. Bir taraftan ‘eleştir’, öbür taraftan İsrail’le ticari ilişkilerini arttırarak devam ettir… En son Albayrak’ın (Baykar) İsrail’in silah tedarikçisi Leonardo ile ortaklığı… Bu ikiyüzlü tutum, halk nezdinde daha fazla teşhir oluyor.

ABD ve Batılı emperyalistler Ortadoğu’da pis işlerini yaptıracak iş birlikçiler arıyor. Yani meşruiyet karşılığında kendisine verilmiş ev ödevleri var: Hamas’ın silahsızlandırılması, Suriye’de ABD’nin çizgisine gelinmesi, Rusya ile ilişkilerin olabildiğince sınırlandırılması, ABD’nin tehditlerinin doğrudan Türkiye eliyle İran’a götürülmesi… Bunun karşılığında içeride muhalefete, halka her türlü baskı, zulüm politikaları karşısında Batı sessiz kalıyor.

Emperyalistlerden bizim bir beklentimiz yok. Biz Türkiye işçi sınıfına, Türkiye’nin demokrasi güçlerine, halkına güveniyoruz. Onlarla birlikte buna karşı mücadele edeceğiz.

İktidar bir yandan “antiemperyalist” olduğunu öne sürüyor…

Erdoğan gerçekleri ters yüz etmede oldukça yetenekli. Bu hakkını teslim etmek lazım. Arap Baharı’ndan sonra bölgedeki gelişmeleri yakından hatırlarız. “Olamaz, yapılamaz, girilemez, edilemez” deyip, sonrasında emperyalistlerin çizgisinin en iyi uygulayıcısı haline gelen Erdoğan oldu. Libya’da da öyle oldu, Suriye’de de Irak’ta da İran meselesinde de… İncilik’ten Kürecik’e kadar dinleme, gözleme ve silahların konduğu üsler var. Sen NATO üyesi bir ülkesin. Emperyalizmin silahlı gücü. Halkların demokrasi, özgürlük mücadelesine karşı örgütlenmiş bir gücün üyesisin. Nasıl antiemperyalist oluyorsun?

"Belli ki Kıbrıs konusunda da emperyalistlerden zılgıt yemiş"
Kıbrıs seçimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Erdoğan ve Bahçeli’nin farklı söylemleri oldu. Türkiye’nin Kıbrıs politikasının değiştiği yönünde yorumlar var…

Bir önceki seçim Erdoğan varını yoğunu ortaya koyarak Ersin Tatar’ı destekledi ve bir politik baskı sistemi kurarak bir seçim satın aldı. Ama aradan geçen dört yılda o köprünün altından çok sular aktı. Son ABD gezisinde belli ki bu konuda da kendisinin önüne bir ev ödevi konmuş. Sadece Kıbrıs değil, Akdeniz ve Ege’de hatırlarsak bir ‘mavi vatan’ tartışması vardı. “Biz her yerde petrol arayabiliriz, gaz arayabiliriz” dedikleri. Ne oldu, var mı öyle bir ‘mavi vatan’? O konuda da boyunun ölçüsünü aldı. Emperyalistlerin sınırlarını çizdiği oranda politika yapma şansı var Erdoğan’ın. Kıbrıs meselesinde de öyle, Ortadoğu’da da öyle. Orayı eski politikalarla yönetme şansı olmadığını Erdoğan’ın kendisi de görüyor. Belli ki emperyalistlerden bu konuda bir zılgıt yemiş durumda.

Burada esas olan Kıbrıs’ın, Kıbrıs halkı tarafından yönetilmesi, nasıl yaşayacaklarına kendilerinin karar vermesini sağlamak. Bütün emperyalistlerin Kıbrıs’tan çekilmesi ve iki halkın eşit koşullarda bir arada yaşaması, kendi kaderini tayin hakkı…

Erdoğan ile Bahçeli arasında dönem dönem böyle çelişkiler, çatlaklar çıkıyor ama birbirlerinden kopacaklarmış gibi bir sürecin olmayacağını da görüyorum. Çünkü Bahçeli’nin Erdoğan’a ne kadar ihtiyacı varsa, Erdoğan’ın da Bahçeli’ye o kadar ihtiyacı var…

"Faşist bir rejimde sınıfın bütün hakları gasbedilecek"
Bildirgeyle birlikte basıp dağıttığınız bir kitapçık daha var, “Yasaksız grev, barajsız sendika, güvenceli iş” için verilmiş kanun teklifine dair. Asgari ücret görüşmeleri de başladı. İşçiler neden faşizmin inşasına karşı mücadeleye katılmalı?

Faşist bir rejimi inşa etme süreci, işçi sınıfının mücadelesinin bastırılması ve hakların elinden alınmasından da geçiyor. Erdoğan’ın, emperyalistlerin, büyük tekellerin amacı ülkeyi kendileri için dikensiz gül bahçesi haline getirmek. Bu da işçi sınıfının olabildiğince örgütsüz hale gelmesinden geçiyor. Erdoğan yıllardır çok adım attı sendikal bürokrasiyi büyüterek, yandaş sendikalar yaratarak, grevleri yasaklayarak…

Bildirgemizde de parti programımızda da işçi sınıfının örgütlenmesinin önündeki bütün engellerin, grev yasaklarının kaldırılması, genel grev hakkının, siyasal grev hakkının tanınması, ücretlerin yoksulluk sınırı üzerine çıkarılması, haftada 5 gün, günde 7 saatlik bir çalışma düzeninin gelmesi, haftada 2 gün, yılda bir defa 30 günlük tatil hakkı talepleri yer alıyor. Bunun mücadelesi de aynı zamanda.

Saray rejimi sermayenin hedeflerine uygun şekilde ücretleri olabildiğince baskılıyor, çalışma sürelerini uzatıyor, kayıt dışı çalışmayı özendiriyor, sendikal hak ve özgürlüklere saldırıda bulunuyor. İşçi sınıfının, faşist rejim inşa edildiğinde kırıntı düzeyinde de olsa bütün haklarının elinden alınacağını görmesi ve ona uygun bir mücadele hattına girmesi… Bizim uyarımız, çabamız bunadır.

"Türk-İş ve HAK-İŞ’in yaptığı kaçmaktır"
Sendikalar, eğer sınıf sendikacılığı yapmak istiyorlarsa, iktidara boyun eğen sendikal anlayıştan kurtulmak istiyorlarsa, işçi sınıfının “Yasaksız grev, barajsız sendika, güvenceli iş” taleplerine sahip çıkmalılar. İki ay sonra asgari ücret belli olacak. Türk-İş, HAK-İŞ “Komisyonun toplantılarına katılmayacağım” diyor. Neden? İktidar yıpranıyormuş! Bu kaçmaktır, işçi sınıfını yalnız bırakmaktır. Bizim savunduğumuz anlayış bu değil. Mesele milyonların o masanın etrafında örgütlenmesi ve mücadeleye çekilmesidir. Bunu yapmıyorsanız sizin sendikacılığınızın da yöneticiliğinizin de hiçbir kıymetiharbiyesi yoktur. Burada işçi sınıfının inisiyatif alması da gerekir. Her şeyi o bürokratik sendikacılara bırakamayız. Kendi göbeğimizi kendimizin keseceği bir mücadeleyi örgütlememiz lazım...

NOT : Bu yazı Günlük Evrensel Gazetesi'nden alınmıştır…

* Bu bir editöryal haberdir.

Önceki Haber Doğan CEREN : Özgür ve üretken bireyler olun...
Benzer Haberler
Rastgele Oku