Aydın ÇUBUKÇU yazdı...
[email protected]
Çizim: Zeynep Özatalay…
Bazıları politikayı bir “sanat” olarak tanımlamaktan hoşlanır. İncelikli düşünülmüş, duygusallıkla işlenmiş, herkesin hayran kalabileceği kadar “güzel” sonuçlar doğuran bir etkinlik gibi! Bu imgelemde, şiddete, ahlaksızlığa, ikiyüzlülüğe, yalana ve zorbalığa yer yoktur...
Oysa, yönetme “sanatı” denilen şeyin bambaşka özellikler taşıdığını, hatta taşıması gerektiğini, böylece “sanat” kavramıyla bir araya getirilemeyeceğini düşünenler de vardı.
Sürü olmaktan çıkıp insan kılığında yeryüzünde dolaşmaya başladığımız zamanlardan günümüze, ayıp, günah, kötü olarak damgalanmış her düşünce ve davranışın iktidar söz konusu olunca gerekli, zorunlu ve meşru olduğunu ilan eden ve bunu bir yönetim felsefesi düzeyine yükselten adamın adı Machiavelli’dir...
O, kulaktan dolma bilgilerin aksine, bütün söylediği “kötülükleri iktidarın çıkarlarına köle” etmekten ibaret basit bir kalemşor değildi. Esaslı bir düşünür, bir dil ustası, bir araştırmacı ve keskin bir gözlemci, politika ve diplomasi üstadı idi. Hegel’in onu “devlet içgüdüsüne sahip adam” olarak tanımlamış olması önemlidir...
Machiavelli, modern sınıf ayrımlarının olgunlaşmaya başladığı bir yüzyılın başlarında doğmuş, siyasal kargaşayı, savaşları, fetihleri, egemenlik kavgalarını görmüş ve bunları süzüp yazmış bir adamdı. Ve bütün düşünsel eyleminin merkezinde egemenliğin en somut biçimi olan “devlet” bulunuyordu. “Prens gerektiğinde zalim olmalıdır!” derken kötülüğü önerdiğine değil, sınıflı toplumun egemen sınıfına halkları yönetmeye dair bir “erdem dersi” verdiğine inanıyordu…
Her politikacının, hatta her “iş adamı”nın yeri geldiğinde hasmını karalamak için kullandığı Makyavelist lafı, aslında Orta Çağ’dan günümüze her türden yöneticinin yönetim ilkesi haline gelmiş bir oportünizmi ifade eder. Genellikle, “amaca giden yolda her araç mübahtır” diye özetlenir. Machiavelli tam böyle söylememiştir ama, Prens adlı eserinin hülasası budur...
Prens’in zalimce, kurnazca, kötü niyetle, vb. davranma hakkı olduğunu savunuyordu. Sonra ekliyordu: “insanın kendi yurttaşlarını öldürmesinin, dostlarına ihanet etmesinin, din, iman, merhamet diye bir şey bilmemesinin erdem olduğu söylenemez.” Ama, bununla birlikte, erdem adına bunlardan vazgeçenler iktidarı kaybetmeyi göze almalıdır!
Machiavelli’nin ölümünden aşağı yukarı 50 yıl sonra, Fransa’da “Aziz Bartalmay Yortusu Kıyımı” adıyla anılan vahşi katliam gerçekleşti. Avrupa tarihinde 30 Yıl Savaşları’nın zirvesi olarak kabul edilen bu olayda, on binlerce Protestan öldürülmüş ve bunun sonucunda, Protestanları kendi iktidarı için bir tehdit olarak gören Katolik Kraliçe Catherine, oğlu IX. Charles’ın hükümdarlığını sağlamlaştırmış, üstelik kendi dininden Katolik nüfus üzerindeki etkisini de güçlendirmişti...
Kimi tarihçiler, Kraliçe’nin katliamı planlayan ya da en azından kışkırtan kişi olmadığını, on binlerce insanın katledilmesinin sürüp giden “din savaşı” içinde olup biten sıradan olaylardan biri olduğunu ileri sürse de elde ettiği politik kazançlar Kraliçe’yi suçlu olarak görenleri haklı çıkarmaktadır...
Yüzyıllar boyunca kitlesel katliam, sabotaj, suikast gibi, “kitaba uygun” yönetim anlayışıyla ilişkisi doğrudan kurulamayacak eylemlerin yönetici sınıfların elinde politik araçlar olarak işlev kazandığı pek çok örnek vardır. Çeşitli kılıklara sokularak saklanmaya çalışılsalar da bütün bunların gerçek failleri, iktidardakilerin sonuçta ne kazandıklarına bakılarak görülebilir...
Bütün egemen yöneticiler, olaylar olup bittikten ve kendisi kazanacağını kazandıktan sonra, “ben bilmiyordum, üç-beş çapulcunun ya da bir meczubun işi, kendi kendilerini öldürmüşler, bizimle ilgisi yok” diyerek kenara çekilmeyi denemiştir. Ancak Machiavelli’nin derin gözlemler sonucunda ulaştığı sonuç doğrudur: emek sömürüsünün bütün diğer ilişkileri ve koşulları belirlediği toplumlarda siyasal iktidarı elde tutma hırsı, ihaneti, yalan söylemeyi, zulmetmeyi zorunlu kılar; hiçbir ahlak kuralını, din, merhamet tanımamayı gerektirir...
Yine onun tespit ettiği gibi, olağan-barışçı koşullarda farklı bir tavır takınılabilir: halka karşı merhametli, cömert, iyilik sever bir “prens” olarak görünmek de bazen yararlı olabilir. Ama bu ancak nadir bulunan sükûnet zamanlarında mümkündür ve bunun dışında geçerli kılınmaya çalışıldığında iktidarın zayıflamasına, hatta çöküşüne neden olabilir...
Orta Çağ karanlığının siyasal özelliklerinin bir özeti olan bu düşünceler, devletlerin biçim değiştirmesinden bağımsız olarak, kapitalizm çağında da “kural dışı” ve “derin” yönetim felsefesi olarak yerini korumuştur.
Tekelci zihniyetle yönetmek, “demokrasi”, “cumhuriyet” gibi biçimler altında da olsa, “zor” kullanmaktan ayrı düşünülemez. Siyasal dilde “rıza üretmek” olarak kavramlaştırılan, ama gündelik dilde boyun eğmeyi kabul ettirmek anlamına gelen yönetim kuralı da bu zihniyet açısından “zor”un bir ürünü olarak görülür...
Bu tip muktedirler, Prens’i okumamış olsalar bile, onun ilkelerini kendilerine vahyedilmiş gibi içselleştirmişlerdir. “Kendi yurttaşlarını öldürmek, dostlarına ihanet etmek, din, iman, merhamet diye bir şey bilmemek” gibi özsel ahlaki özelliklerin yanı sıra, uymaya “ant içtikleri” yasaları bile tanımamak, “saygı duymamak”, sadece kendi dışındakileri bağlayan kurallar olarak görmek de Prens’in tabiatının ayrılmaz parçasıdır. Onların “devlet içgüdüsü” böyle çalışır!
Bizi 10 Ekim Kıyımı’na götüren politik çizgiyi tanımamıza yardım ettiği için Machiavelli’ye bir selam göndererek burada Prens’in kapağını kapatalım...
NOT : Bu yazı Günlük Evrensel Gazetesi'nden alınmıştır...








