Sorun sadece CHP'nin tutumu mu?

Sorun sadece CHP'nin tutumu mu?

 

Yusuf KARADAŞ 
[email protected]

Mecliste kurulan ‘süreç komisyonu’nun PKK lideri Öcalan ile İmralı’da görüşme yapılması konusunda gerçekleştirdiği oylamadan ‘evet’ kararının çıkması ancak ana muhalefet partisi CHP’nin bu oylamaya katılmayarak görüşmeye temsilci göndermeyeceğini açıklamasından sonra yaşanan tartışmalar insanda ‘deja vu’ hissini uyandırıyor. CHP’ye yönelik eleştirilerden bu kez yanına Bahçeli’yi de katarak Erdoğan’ın sorumluluk ve risk almasına dair takdir ve övgülere, iktidar bloku ve DEM Parti cephesinden ve bunlara karşı seküler milliyetçi-şoven çevrelerden yapılan açıklamalardan Taraf gazetesindeki uğursuz rollerinden bildiğimiz sağ ve sol liberallerin analizlerine kadar pek çok şey insanda bu daha önce yaşanmışlık hissini yaratıyor...

Oysa ne bugünkü süreç öncekinin basit bir devamı, ne bu sürecin içindeki aktörler dünkü aktörler ve ne de Türkiye ve Ortadoğu eski Türkiye ve Ortadoğu’dur...

Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki; kendisine yapılmış çağrıyla başlatılmış ve onun attığı/attırdığı adımlarla devam etmiş bir süreç ile ilgili kurulmuş meclis komisyonunun Öcalan ile görüşmesinin tartışılması bile abestir. Dolayısıyla komisyonda yer alan CHP’nin Öcalan ile görüşmeye karşı çıkmasının CHP grup Başkanvekili Murat Emir’in iddia ettiği gibi “meseleyi Öcalan ile görüşmeye sıkıştırmamak” ile izah edilebilir bir tarafı da yoktur...

Aksine CHP, daha önce denenmiş ama kendisine kaybettirmiş bir seçim hesabıyla içindeki ulusalcıların ve seküler milliyetçi çevrelerin hassasiyetlerine göre tutum almıştır. Eğer mesele sorunu Öcalan ile görüşmeye sıkıştırmamak olsaydı CHP’nin bu görüşmeye katılması ve devamında atılması gereken demokratik adımlar konusunda iktidarın ikiyüzlü politikasını teşhir eden ve onu sıkıştıran bir tutum alması gerekirdi...

Şurası da açıktır: CHP’nin milliyetçi-şoven çevrelerin hassasiyetlerine göre tutum alması en çok Erdoğan ve onun saray rejiminin işini kolaylaştırmakta ve Kürt sorununu istismar etmesine alan açmaktadır. Bu nedenle Erdoğan komisyonun kurulması sürecinden Öcalan ile görüşmeye kadar bütün yatırımlarını CHP’yi bu sürecin dışına itme hesabı üzerine yaptı...

CHP’nin İmralı’ya temsilci göndermeme kararından sonra iktidar ve medyasının CHP’nin “Kürt düşmanlığı” üzerine sürdürdükleri propaganda da bu gerçeğe işaret ediyor. Ancak AKP-Erdoğan iktidarının Kürt halkına karşı yaptıklarını hatırlamak için yüz yıl öncesine gitmeye de gerek yok; Roboski katliamını, şehir savaşlarında cenazesi günlerce sokakta kalan Taybet Anayı, cenazesi buzdolabında saklanan 12 yaşındaki Cemile’yi hatırlamak yeter!

Saray rejimi zaten CHP’yi sürecin dışına itmek (bu konuda Erdoğan’ın “AK Parti, MHP ve DEM biz bu yolu beraber yürümeye karar verdik” açıklamasını hatırlatmak yeter) istiyordu ve bu nedenle CHP’nin İmralı kararı sonrasındaki gelişmeleri Kürtlerde beklenti yaratmak ve muhalefeti bölmek için fırsata çevirmeye çalışıyor. Ancak CHP’nin kararına tepki olarak hem DEM Parti içinden ve hem de sağ-sol liberaller tarafından yapılan “CHP’nin sürecin dışına düştüğü” yönlü değerlendirmeler doğru değildir. Dahası bu değerlendirmeler demokratik çözüme hizmet etmekten çok saray rejiminin değirmenine su taşıyor...

Güç kaybı son yerel seçimlerde iyice belirginleşen saray rejiminin muhalefeti bölmeye ve faşist bir rejim inşa etmeye yönelik saldırılarının hedefi haline gelmesi, CHP’yi gençliğin ve emekçi halk kitlelerinin bu politikaya tepkisiyle de birleşerek demokratik bir mevziden mücadeleye zorladı, zorlamaya da devam ediyor. CHP’nin İmralı konusundaki tutumunun Kürtlerde güvensizlik yarattığına ve ortak mücadeleyi zayıflatıcı bir rol oynadığına şüphe yok...

Ancak bu durum CHP’nin ya iktidarın saldırılarına teslim olma ya da iktidara tepki duyan geniş halk kesimlerinin de desteğini almak üzere bu saldırılara demokratik bir mevziden karşı koyma dışında bir seçeneği olmadığı gerçeğini de değiştirmiyor. Dolayısıyla her iki durumda CHP’nin “eski CHP” olarak devam etme şansı bulunmuyor (Burada CHP’nin burjuva muhalefetin temsilcisi olması gerçeğini dolayısıyla değişmesinin ve demokrasiyi savunmasının sınırlarını ayrıca tartışmaya gerek yok)...

Tam bu noktada “Kürt meselesinin çözümü için gerçek imkan ve fırsat elimizdekinden ibarettir. Gelecekte, iktidar değiştiğinde daha iyi bir imkanın ihtimali ham bir hayaldir” diyen Yıldıray Oğur gibi liberaller, Demirtaş hakkındaki AİHM kararını uygulamayı bile pazarlık konusu yapan saray rejimini parlatmak ve Kürtleri bu rejimle uzlaşmaya (birlikte anayasa yapmaya) teşvik etmek için tıpkı “çözüm süreci”nde olduğu gibi uğursuz rollerine yeniden soyunuyorlar...

Oysa ne Erdoğan eski Erdoğan’dır ve ne de rejim eski rejimdir...

“Çözüm süreci”nde Erdoğan’ın iç politikadaki hedefi başkanlık rejimini kurmaktı. Oysa bugün seçme ve seçilme hakkına varıncaya kadar en temel demokratik hakları askıya alan bu rejim MHP’nin ortaklığı ve büyük oranda Kürtlere ve ülkedeki emek ve demokrasi güçlerine yönelik saldırganlık üzerinden inşa edilmiş bulunuyor...

Ülkedeki iktidar bloku son süreci bölgesel (Ortadoğu) dengelerin ABD ve İsrail lehine değişmeye başlaması karşısında kendisine yönelmesi muhtemel tehditleri ortadan kaldırmak ve temsil ettiği tekelci burjuva gericiliğin çıkarları temelinde ABD emperyalizminin bölgesel politikalarıyla daha uyumlu bir işbirliği politikasını geliştirmek için başlattı. Bu politikanın başarısı için ‘iç cephe’de muhalefetin ezilerek güç kaybeden iktidarın yeniden tahkim edilmesi gerekiyordu. Kürtlerde beklenti yaratmaya ve muhalefeti bölüp karşı karşıya getirmeye hizmet edebildiği oranda bu süreç iç politika için de kullanışlı bir araçtı...

Bugün Erdoğan’a edilen teşekkürler ve yapılan övgüler İmralı’ya heyetin gitmesi konusunda bile son güne kadar görüş bildirmeyerek onun bu süreci kendi politik çıkarları için araçsallaştırmaya devam ettiği ve edeceği gerçeğini değiştirmiyor. Kuşkusuz Erdoğan’ın bu yönlü bir karar vermesinde ABD emperyalizminin Suriye’de IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) ile mücadele koalisyonuna dahil ettiği geçici HTŞ (Heyet Tahrir eş Şam) yönetimi ile SDG’yi (Suriye Demokratik Güçleri) uzlaştırma konusunda attığı adımların da önemli bir rolü bulunuyor. Çünkü doğrudan müdahale edebilme olanağı ortadan kalktığı oranda SDG’nin gücünün sınırlanması ve kontrol altına alınması bakımından Öcalan’ın devreye girmesine daha fazla ihtiyaç duyuyor...

Bölgede ABD emperyalizmiyle işbirliği halinde yayılmacı emeller peşinde koşan ve ülke içinde baskı rejimini tahkim etmeye çalışan saray rejiminin süreç ile ilgili planında ne bölgede barış ne de ülkede demokrasi bulunuyor...

Burada CHP’yi eleştirmek için sabık başkanı Kılıçdaroğlu’na varana kadar ardı sıra yapılan  “Barışın siyaset üstü bir mesele” olduğu açıklamalarına da değinmek gerekiyor. Barışın siyaset üstü bir mesele olduğu söylemi bir safsatadan ibarettir. Aksine barış, kapsamı ve çerçevesi siyasi güç dengesi tarafından belirlenen siyasal bir süreçtir. DEM Parti içinden Pervin Buldan gibi isimlerin de dahil olduğu bu açıklamalar, saray rejiminin hesaplarının üstünün örtülmesine ve ondan beklentilerin oluşmasına hizmet etmektedir...

Müzakere/görüşme süreçlerinin karşıt güçler arasında mücadele süreçleri olduğu ve alınacak sonuçların bu mücadelede oluşacak güç dengesine bağlı olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla bugün İmralı ziyaretinin devamında bu süreçte demokrasi, barış ve Kürt sorununun eşit haklar temelinde çözümüne hizmet edecek kazanımlar elde edebilmenin yolu ancak ülkedeki siyasal gericiliğe karşı en geniş demokrasi güçlerinin birliğinin ve ortak mücadelesinin sağlanmasıyla mümkündür. Bahçeli ve Erdoğan’a yapılan abartılı övgülerin ve aldığı yanlış karara rağmen CHP’yle ortak mücadele zeminini tahrip edecek yaklaşımların ise, buna hizmet etmediği, etmeyeceği açıktır...

NOT: Bu yazı Günlük Evrensel Gazetesi'nden alınmıştır...

* Bu bir editöryal haberdir.

Önceki Haber İmamoğlu : Demokratikleşme adımları atılmadıkça sürece ihtiyatlı tutum sürecek...
Sonraki Haber Şiddetsiz bir yaşam için kadınların tek güvencesi, mücadelesi!
Benzer Haberler
Rastgele Oku