Kadir ÇELİK yazdı...
Barış, bir niyet değil, bir sistem meselesidir. Eğer sistem sizi kendi dilinizde konuşturmuyorsa, o sistem barışa değil, itaatkâr bir sessizliğe çağırıyordur. Türkiye’de devletin Kürt sorununa bakışı, hâlâ koloniyal bir mantıkla şekilleniyor. Bu mantık, Kürtleri tanımıyor; onları dönüştürmek, dizayn etmek, “makul vatandaş” prototipine sıkıştırmak istiyor...
Meclis çatısı altında kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun daha ilk oturumunda bir Kürt annenin Kürtçe konuşmasına izin verilmemesi, bu koloniyal aklın hâlâ yürürlükte olduğunun açık kanıtıdır...
Burada yaşanan şey bir “iletişim problemi” değil, bir egemenlik tahakkümüdür. Devletin meşru gördüğü tek dilin Türkçe olması, diğer tüm dillerin gayrimeşru ilan edilmesidir. Bu ise, klasik ulus-devletin “tek dil, tek bayrak, tek millet” şablonunun Meclis koridorlarında yeniden üretildiğini gösterir. Bu bakış açısı, Kürt’ü eşit bir yurttaş olarak değil; önce “Türkleştirilecek”, sonra “entegrasyonu sağlanacak” bir unsur olarak konumlandırır...
Kürtçe’yi mecliste duymaktan rahatsız olanlar, bu ülkenin resmi protokolü kadar eski olan bir dili marjinalleştirme çabasındadır. Oysa Kürtçe, bu toprakların dışından gelen bir ithal ürün değil; bu coğrafyanın damarlarında dolaşan bir hakikattir. Ve hakikat, susturuldukça derinleşir...
Unutulmamalı: Bir halkı bastırmak için önce onun dilini hedef alırsınız. Çünkü dil, yalnızca iletişim aracı değil; hafızadır, kimliktir, dirençtir. Ana dilini konuşamayan bir birey, sadece sessizleşmez; köksüzleşir. İktidarlar tam da bu yüzden, dil üzerinden bir ideolojik tahakküm kurar. Komisyonun bir annenin Kürtçe konuşmasına tahammül edememesi, bu tahakkümün meclis düzeyinde kurumsallaştığının göstergesidir...
Meclis’in, halkın diliyle kavga ettiği bir düzende “barış”tan söz etmek; suya yazı yazmak gibidir. Barış, uzlaşma değil; tanıma ile başlar. Tanımadığınız bir kimlikle, tanımadığınız bir dille, tanımadığınız bir tarihle barış kuramazsınız. Nezahat Teke’nin sesi susturulduğu anda, devlet bir kez daha Kürt halkına şunu söyledi: “Seni değil, senin bizim hakkımızdaki suskunluğunu istiyoruz.”
Ve bu, sadece bir annenin susturulması değil, bir halkın varlığına açılmış retorik bir savaştır...
Böylesi bir durumda “barış süreci” söylemi yalnızca bir illüzyona dönüşür. Çünkü sürecin öznesi olan halk, sürecin içinde özne olamaz hale getirilmiştir. Bu, bir barış değil, bir disiplin projesidir. Bir inkârın estetikle kapatılmış hâlidir. Kürtleri dinlemek istemeyen bir komisyon, onları konuşur gibi yapar. Onları anlamaz; onları temsil ettiğini söyler ama temsil etmeye çalıştığı şey, bir kandırmacadır...
İşte bu yüzden, mesele bir annenin konuşamaması değildir. Mesele, bu sistemin hâlâ Kürt’ü ancak “terk ettiklerinde”, “dönüştüklerinde” ya da “susmayı kabul ettiklerinde” yurttaş saymasıdır...
Barış, çoğulculuğu kabullenmeyen bir devlet aklıyla kurulmaz. Eşitliği tehdit, anadili risk, kimliği sorun gören bir yapı, bırakın barışı; birlikte yaşamı bile taşıyamaz. Gerçek barış süreci, halkların birbirini inkâr etmeden, kendi hakikatleriyle yan yana durabildiği bir zemin gerektirir...
Bugün maalesef bu zeminden çok uzaktayız. Çünkü bu sistem, hâlâ Kürtçe bir sözcüğü, bomba gibi algılıyor. Hâlâ Kürtçe bir annenin gözyaşlarını, protokol dışı bir eylem sayıyor. Bu bir korkudur. Ve bu korkuyla barış inşa edilemez. Çünkü barış, korkanların değil, yüzleşenlerin işidir...
Barışı isteyen devlet değil; halktır. O halkın diliyle, acısıyla, tarihiyle barışmadığınız sürece, kurduğunuz her masa eksik kalacaktır. O masa işlevsiz kalmaya mahkûmdur. Çünkü bir halkın dili kültürü ve kimliği dışarıda bırakılarak kurulan hiçbir diyalog, eşit değildir. Ve eşit olmayan hiçbir barış, barış değildir...