Dijinaje Hatice Yıldız yazdı...
Yıllar önce Antakya’da, Arap Alevilerin yoğunlukta olduğu bir mahallede yolların bakımsızlığı üzerine konuşurken oralı bir arkadaşın sarfettiği cümle şöyleydi: “Yol falan istemiyoruz, yeter ki bize karışmasınlar.” Aslında bu cümle geçmişten günümüze siyasi iktidarların bütün “ötekiler”de inşa ettiği duygunun özetiydi. “Aman bizi görmesinler!” Çünkü görünürlük denetime açık olmaktı ve görmek denetlemenin, disipline etmenin aracıydı egemenlerce. Görünmez olmak ise yok sayılmak pahasına, var olabilmenin en dramatik yolu oldu pek çokları için. “Ben varım ve buradayım!” diyebilmenin bedeli hep ağırdı. Bu yüzden saklamak, gizlemek, susmak, hatta kimi zaman inkar etmek, ne yaşanıyorsa evinde, köyünde, mahallesinde yaşamak kendini, kültürünü, inancını koruma refleksinin bir sonucuydu. Fakat varlığın görünür olmakla daha fazla eş değer olduğu zamanlarda, görünmez olmanın bedeli de ağır oldu; inkar ve yok oluş. Bu bedeli ödemekle karşı karşıya olan halklardan biri de Çerkesler…
Kültürel varlığını sürdürebilmenin ve baskılara karşı direnebilmenin en önemli yöntemlerinden biri, bir arada yaşayabilmekken, Osmanlı topraklarına planlı bir şekilde dağıtılan Çerkesler, önemli bir nüfusa sahip olmalarına rağmen ortak bir kimlik inşa etmekte zorlandı. Dolayısıyla yerleştirildikleri bölgelerde etkileşim içinde oldukları topluluklarla farklı kimlikler inşa etti. Bu duruma ulus-devlet inşa süreci de eklenince, Çerkesler için var olma mücadelesi daha dramatik bir hal aldı. Çerkes Ethem’in hainliği üzerinden yaratılan Çerkes algısı, resmi tarih öğretileri ile Çerkeslerin üzerine adeta “kara bir leke” gibi yapıştırılmaya çalışıldı. Bir taraftan köy isimleri değiştirilirken diğer taraftan Türkçe dışındaki diller kamusal alanlarda yasaklandı...
1950’lerden itibaren, sanayileşmenin artması ile birlikte Türkiye’de köyden kente doğru yönelen yoğun göç, ciddi toplumsal değişimlere neden olurken Çerkesler de bu hareketten nasibini aldı. Köylerinde bir arada ve daha kapalı bir yaşam sürerek kültürlerini, dillerini nispeten koruyabilen Çerkesler, kentlere yapılan yoğun göçler neticesinde hem asimilasyona daha açık hale geldiler hem de “başkaları” ile kent yaşamına uyum sürecinde kültürel çözülmelere maruz kaldılar...
‘Kürtlerden sonra Çerkesler de mi çıktı?’
Kürt hareketinin yükselmesiyle birlikte artan baskılar Çerkesleri de etkiledi. Bu baskılar özellikle 1980 darbesinden sonra üst düzeye çıktı. Sürdürülen asimilasyon politikaları ile diğer halklar gibi Çerkeslerin de kültürel faaliyetleri ve kentlerde dernekleşme çabaları engellendi. Dernekler, dergiler kapatıldı, bunların yöneticileri ve hatta üyeleri yargılandı ve cezalandırıldı...
1990’lara kadar Çerkeslerin üniversitelerde resmi tarih algısı dışında akademik çalışmalar yürütmesi neredeyse imkansızdı. Çerkeslik vurgusu yapan aydınlar ve akademisyenler çeşitli baskılara maruz kaldı. Sevda Alankuş ve Erol Taymaz, “Çerkes Araştırmaları Üzerinden Geleceği Düşünmek: Bir Okuma Denemesi” adlı makalelerinde bu durumu şöyle örneklendiriyor: “YÖK tez arşivine göre Çerkesler hakkında ilk yapılmış akademik tezlerden biri 1993 yılında Mehmet Eser’in yaptığı “Uzunyayla Bölgesinde Yaşayan Çerkes Köylerinde Sosyo-Kültürel Değişme” başlığını taşıyordu. Eser, yaptığımız görüşmede, araştırma için izin alma sürecinin hiç de kolay olmadığını, Sivas Emniyet Müdürlüğüne verdiği izin dilekçesinin “Kürtlerden sonra Çerkesler de mi çıktı! Niçin bu araştırmayı yapıyorsunuz?” tepkisiyle karşılandığını ve reddedildiğini bunun üzerine Kayseri Valiliğini etkili bir Çerkes hemşehri ile ziyaret etmek suretiyle izin alabildiğini ancak bu defa görüşülen kişilerin Çerkesleri neden öne çıkardığı, Çerkeslerin devlete sadık yurttaşlar oldukları biçimindeki tepkileriyle karşılaştığını, görüşme yaptığı evlerin sonradan jandarmalar tarafından ziyaret edildiğini öğrendiğini, kendisinin de bir defa jandarma karakoluna götürüldüğünü belirtti.” Eser’in ayrıca yüksek lisans tez savunmasında Çerkes yerine Kafkas denilmesi gibi konular çerçevesinde sorunlar yaşadığı, aynı üniversitede iki kez girdiği doktora giriş sınavını kazandırılmadığı, daha sonra Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi doktora programına kabul edilmiş olmasına rağmen bunun YÖK tarafından 3 defa reddedildiği de aktarılıyor...
2000’li yıllarda, özellikle Avrupa Birliği uyum süreci kapsamında, uygulanan baskı politikalarında bir gevşemeye gidildi. Cumhuriyet tarihinde “Kuzey Kafkas” terimi yerine Çerkes tabirini kullanan ilk oluşum 2000 yılında kurulan Demokratik Çerkes Platformu olurken, Çerkes ismini kullanan ilk dernekse 2006’da kurulan Yalova Çerkes Birliği Kültür ve Dayanışma Derneği oldu...
Çerkeslerin özellikle 2000’li yıllarda ivme kazanan eşit vatandaşlık eksenindeki kültürel ve demokratik talepleri, Türkiye’de benzer taleplerle sahada varlık gösteren farklı kesimler ve hareketlerle bazı kesişimler yaşamalarına ve yer yer birlikte aksiyon almalarına ortam sağladı. Çerkesler, geçmişte hem dışarıya kapalı bir yaşam sürmelerinin sonucu olarak hem de devletle kurdukları ilişkilerde kimi zaman üstü örtük kimi zaman apaçık maruz kaldıkları baskıların yarattığı kaygılarla sınırlı biçimde farklı politik oluşumlar içinde yer alarak bu farklı kesimlerle bir araya gelmiş olsalar da özellikle 2000’lerde kadın mücadelesinden çevre hareketlerine, mülteci sorunundan güncel siyasete kadar farklı alanlarda daha aktif varlık göstermeye ve söz söylemeye başladılar. Burada elbette ki kitlesel bir varlıktan söz etmek mümkün değil. Ancak bu mücadele alanlarındaki ortaklaşmalar bilhassa gençlerin teknolojiyi ve sosyal platformları aktif kullanmalarıyla da birlikte Çerkeslerin kimlik arayışları ve kültürel taleplerine ivme kazandırdı...
Sayıları giderek artan Çerkes dernekleri, akademik çalışmalar, üniversitelerde Çerkes gençlerini bir araya getirmek amacıyla kurulan kulüpler ve topluluklar, Çerkesçe dil kursları, festivaller, kültürel etkinlikler ve medya çalışmaları kültürün korunması ve kültürel kimliğin tanınması ve geliştirilmesine yönelik hak talepleri adına yapılan önemli girişimler olarak karşımıza çıkıyor. Ancak elbette ki bütün bunların, devletin desteklemediği ve alan açmadığı bir ortamda sınırlı kaynaklarla, tek başına yeterli olması mümkün değil. Bugün Çerkes dilleri yok olma tehlikesi altında, uzun yıllardır asimilasyon politikalarına maruz kalan Çerkes kimliği ve kültürü de öyle. Asimilasyon; sadece otantik Çerkes kültürünün eskisi gibi yaşanamaması anlamına gelmiyor. Bunun da ötesinde; kültürün hafızayı diri tutacak ve gelecek nesillere aktaracak edebi yazın, sanat, sözlü ve yazılı tarih gibi araçları da yeniden üretememesi anlamına geliyor...
Nasıl yapmalı?
Bir halkın kültürel erozyona ve dillerinin yok olması tehlikesine yönelik gösterdiği reflekslerin artık yaşadığımız çağda ayrıştırıcı ve “tehlikeli” değil, aksine tüm farklılık ve renklerle ortak bir yaşamı arzu etme talebi olarak görülmesi, eşit vatandaşlık zemininde adil bir yaşam inşa etme arzusu olarak değerlendirilmesi gerekiyor. Bu talepler tarihi, toplumsal ve politik gerçekliğin sonucudur ve tam da bu sebeple yok sayılarak ya da görmezden gelinerek değil aksine reel politikalar üretilerek gerçek bir toplumsal uzlaşı ortamı yaratılabilir...
“Modern toplum çok kültürlü, çok sesli farklılıkları, farklı yaşam tercih ve alanlarını içeren çoğulcu bir toplum olduğu sürece kültürel kimlik talepleri gözümüzü kapatamayacağımız, duymamayı tercih edemeyeceğimiz, bastırmayla engelleyemeyeceğimiz toplumsal gerçeklerdir.” (Festenstein, 2005)
Diğer taraftan biz Çerkeslerin de görmesi gereken bir gerçeklik var; tamamen var olma mücadelesi ve eşit vatandaşlık arzusu ile yükselttiğimiz taleplerimizi, toplumun farklı kesimlerinde varlık gösteren demokratik taleplerle ortak bir zemine taşımazsak kalıcı çözümler elde etmemiz pek olası değil...
Keyman’ın da Zygmunt Bauman’dan aktararak ifade ettiği gibi; “Marx’ın bir buçuk asır önce önerdiği sömürünün yanı sıra bugün dışlanma; toplumsal kutuplaşmaların, derinleşen eşitsizliğin ve hacmi giderek yükselen sayıda insanların yüz yüze kaldıkları açlık, aşağılanma ve yok olmaya itilmenin temel kaynağını da yaratmaktadır.” Bu anlamda kimlik sorunları ve taleplerinin kaynağında sömürü ve dışlanma süreçleri yatmaktadır. Sömürü dolayısıyla eşitsizlik, dışlanma dolayısıyla tanınma dışına atılma, kimlik taleplerinin oluşma sürecine içseldir. Bu da kültürel kimlik ile sosyal adalet alanlarının birbirleriyle bağlantılı ve ilişkisel niteliğini bize göstermektedir.”
Bizim sorunlarımız, bugün insanca bir yaşam için fabrikalarda direnen işçilerin, uygulanan politikalar ve her gün artan şiddetle canına kastedilen, özgürlüğüne müdahale edilen kadınların, “Artık savaş olmasın” diyen Kürtlerin, inançlarını özgürce yaşamak isteyen Alevilerin, ötekileştirilmek istemeyen göçmenlerin, mültecilerin, eğitimde fırsat eşitliği ve adalet isteyerek demokratik taleplerle sokağa çıkan öğrencilerin, var olma mücadelesi veren LGBTİ’lerin, cezaevlerinde adalet bekleyen tutukluların, günbegün talan edilen ve rant alanına dönüştürülen doğanın, sokaklardan toplatılarak katledilen hayvanların ve daha nicelerinin sorunlarından bağımsız değil...
Bütün bu değerlendirmeler ışığında, bir 21 Mayıs’ı daha Kafkasya’da, ana vatanlarında sadece özgürce yaşamak istedikleri için Çarlık Rusya tarafından dünyanın en büyük soykırımlarından birine maruz bırakılan atalarımızın anılarına saygı duyarak ve bu saygının bir gereği olarak da kimlik ve var olma mücadelemizde sesimizi yükselterek selamlıyoruz…
Worepseuv Adige lephgım yıriygagoc zaveniga!
Yaşasın Çerkes halkının özgürlük mücadelesi!