10 yaşındaki bir çocuğun gözünden bir kentsel yıkım sürecinin hikayesini yazan İlgi Erpelit, ilk romanını anlatıyor: “Öyle bir anlatıcı olmalıydı ki bizi olağanüstü değişen hayatlarına inandırsın."
Çağrı Sarı
[email protected]
Bir ev bazen yalnızca bir adres değildir; bazen bir ailenin kalp atışı, bir mahallenin hafızası, bir çocuğun dünyaya açılan penceresidir. İlgi Erpelit’in, ilk romanı “Bize Ait Bir Yer” tam da bu hissin izini sürüyor. Bir apartman dairesine sıkışmadan önce bir evin duvarlarında yankılanan kahkahaları, bir çocuğun hayal gücünden sızan ışığı, kentsel dönüşümle birlikte yavaş yavaş solan renkleri anlatıyor…
Edebiyat sahnesine güçlü bir giriş yapan Erpelit, aidiyet duygusunu bir çocuk anlatıcının gözünden aktarırken, geçmişi, bireyi, toplumu, evle dışarıyı ustalıkla iç içe geçiriyor. Romanın ana karakterlerinden biri olan “Dört Numara” aracılığıyla yalnızlığı, neşeyi, kayıpları ve bir arada kalmanın sıcaklığını hatırlatıyor bize.
Biz de İlgi Erpelit’le yazarlığa uzanan yolculuğunu, bir çocuğun penceresinden büyüyen hikayeyi konuştuk…
Önce bir okurdunuz sonra yazar oldunuz… Bu hikaye nasıl oluştu?
Okumaya yemek gibi, su gibi ihtiyaç duyan bir okurdum. Başka hiçbir boş zaman aktivitesi ki okumak için boş zaman da beklemiyordum, bana bu kadar haz vermemiştir. Okuduğum her kurmacayı da zihnimde yeniden yazıyordum. Bugün, fan fiction, hayran kurgu denilen şeyi ben ilkokuldan beri yapıyorum yani. Bunun doğal sonucu yazma isteği hatta dürtüsü. Fakat karaladıklarım bana hiç yeterli gelmiyor, hepsini yarım bırakıyordum. Bir süre sonra da sadece kafamın içindekilerle yetinir oldum, gerçekten yazmak uzak bir geleceğin hayali olarak kaldı. Ancak zaman çabuk geçiyor, o gelecek sonunda burnumun dibinde bitti. Yazmak ve zihnimdeki kalabalığa son vermek bir zorunluluk haline geldi.
‘Bu hikayeyi ancak 10 yaşındaki bir çocuk anlatabilirdi’
Kitaptaki 4 Numara ilkokula giden bir çocuk. Onun pencereden baktığı sokak, kitabın sonunda bir “dünya”ya dönüşüyor. Bir çocuğun yaşadığı travmayı, kalp kırıklıklarını 10 yaşına inerek anlatmışsınız. Nasıl bir motivasyon kurdunuz ki bir çocuğun yaşına indiniz?
Roman aslında Karacalar üzerinden ilerleyecek, ailenin bireyleri kendi açılarından aynı olayları anlatacaklardı, yola böyle çıktım. Sonra kurguyu düşündükçe bir dış göze ihtiyaç olduğuna kanaat getirdim. Biri de aynı aileyi dışarıdan anlatmalıydı. Bu öyle bir anlatıcı olmalıydı ki bizi Karacalar’a, onların olağanüstü değişen hayatlarına inandırsın. Elbette bu kadar inandırıcı biri ancak bir çocuk, çocuğun hayal dünyası olabilirdi. Bu hikayenin dilini on yaşındaki bir çocuk kurabilirdi. Ne daha küçük ne daha büyük. O zaman kendi on yaşıma gittim. Dünyaya nasıl baktığımı hatırladım. Oğlumun çocukluğu da hâlâ taze. Pandemi boyunca balkondan bahçedeki çocukları izlemek de o evrene çok kolay girmemi sağladı. Sonra benim de beklemediğim bir şey oldu; Dört Numara’nın kendi öyküsü büyüdü, genişledi ve asıl kahraman bu çocuk oldu…
Romanda farklı yaşlarda, erkek, kadın çok karakter var ve siz karakterler arasında çok iyi geçişler yapmışsınız. Örneğin küçük bir çocuk olan 4 Numara; komşu evdeki belki anneannesi olacak yetişkin bir kadın Fatma Yenge ile bağ kuruyor. Bu kuşak farkına rağmen nasıl oluyor da anlaşabiliyorlar?
Bu sezgisel bir bağ. Üzerinde olduğunu konuşulmadan anlaşmaya varılan bir şey aralarındaki. Birbirlerinin geçmişteki ve gelecekteki yansımalarını seziyorlar. Hayatı pencerenin ardından izleyen, araya bir bariyer koyma ihtiyacındaki bir çocuk ve yetişkin birbirlerini çok içeriden, kendilerinin bile fark etmediği bir yerden anlıyorlar. Benim planladığım bir şey değildi. Metnin talebiydi ve kendisi oraya gitti…
Fatma Yenge ile 4 Numara’nın anlaştığı gibi; çocukları bazen anlaşamıyor. En büyük kriz kentsel dönüşümle ilgili. Evini kentsel dönüşüme vermek istemeyen bir Fatma Yenge var. 4 Numara da o penceresinden gördüğü sımsıcak evin, apartmana dönüşmesini istemiyor. Ancak çocuklar anneleri gibi düşünmüyor. Bir ev verip apartman kazanmak istiyorlar. Anne ve çocukları arasındaki bu anlaşmazlık neden sizce? Çünkü o evde büyümüş ve bağ kurmuşlar. Üstelik birbirlerine de düşkünler. Fatma Yenge daha mı kökenine bağlı?
Aslında bir anlaşmazlık yok Fatma Yenge ile çocukları arasında. Hatta Dört Numara için o ev neşenin, bir arada kalmanın sembolü. Hiçbir kavganın uzun sürmediği, çabucak unutulup kahkaha faslına geçilen bir yer. Fatma Yenge evini kentsel dönüşüme vermek istemeyen değil, verilmemesini “dileyen’’ tarafta. Çocuklarıyla çatışmıyor. Evinde çatışma istemez. Evine acıyı, kederi sokmaz. Evin erkekleri için asıl problem kendilerine özel alanlar istemeleri. Fatma’nın dünyanın en doğal şeyi gibi kabul ettiği evin ermişi onlar için bir tehdit. O yılların bir evi verip bir apartmanı alarak zenginleşme modeli en çok erkeklerin ağzını sulandırıyor. Fatma nereye ait olduğunu biliyor. Evdeki diğer kadınlar da bu dönüşüme erkekler kadar istekli değil…
‘Beni bir romanda okumuştun, hatırladın mı?’
Kitabın adı “Bize Ait Bir Yer.” 4 Numara’ya ait yer evin salonu, Oturma Odası Cumhuriyeti diyor buraya. Burada rahat ediyor, özgür kalıyor. Sanki sadece oturma odası değil, Karacalar’ın evi de 4 Numara’ya ait bir yer çünkü. Ne dersiniz? Orada huzur buluyor. Orada ilk kahvesini içiyor. Hatta ermiş ya da hayaleti Fatma Yenge gibi o hissediyor…
Karacalar’ın evi Dört Numara’nın kendi evinde hissettiği yalnızlığın tam karşısında; kalabalığın, neşenin, sesin, birbirine benzemenin konforunun iç içe yaşandığı simgesel bir dünya. “Biz’’ olmanın sembolü…
Romanın eğlenceli bir dili var. Mizahtan vazgeçmiyor. Ama yüreğimi dağladığı yerler de var. Şeref Bey’i yazdığın yerler mesela. Şeref Bey kızları karşısında çok baskıcı. Ama romanın sonunda Şeref Bey bir “ah” ettiriyor insana. Sizce ben Şeref Bey’e yeterince kızmadım mı? Yoksa yazarın kaleminin gücüyle mi karşı karşıyayım?
Şeref’e tam olarak kızmak mümkün mü? Romanda amaçladığım bir şeydi. Bu ebeveynliğin gri alanı. Tam olarak kızamazsınız. Nefret edemezsiniz. Suçlayamazsınız. Kızacak sebepler var, toptan ‘kötü bir baba’ diyecek sebepler yok. Hatta dönemin babalarının pek çoğuna göre sevgisini göstermekten, söylemekten kaçınmayan, çocukları için zaman zaman yanlış şekillerde de olsa hep ‘orada’ olan, eğitime gelince kızlarını dünyanın öbür ucuna bile tek başlarına yollamaya razı birine ne hissedeceğini bilememek… Şeref, kendi ebeveynliklerimizin de bir yerinde kolaylıkla karşımıza çıkabilecek, “Beni bir romanda okumuştun, hatırladın mı? Kararını şimdi ver bakalım’’ diyebilecek bir karakter…
Edebiyat dünyasından güvendiğim isimler, Bize Ait Bir Yer’i çok beğendi. İlk roman olmasına rağmen çok güçlü buldu. Ben de heyecanla okumuştum. Siz tepkiler için ne diyorsunuz? İkinci roman çalışmaları başladı mı?
İlk romanını yazan bütün yazarların hayali edebiyat dünyasından usta isimlerin takdirini kazanmak, bir çeşit onay almak, yazdıklarının edebiyat sanatı içine dahil edilebilir olduğunu duymaktır sanırım. Bunu kalemini çok sevdiğim yazarlardan duymak elbette bir onur. Yazmaya devam etmek için ciddi bir motivasyon…
İkinci roman için şu anda iki ayrı fikrin etrafında dönüyorum. Biri daha ağır basmaya başladı. En kısa zamanda okumalarına başlayıp kendimi hazır hissettiğimde yazmaya geçmek istiyorum...
NOT : Bu yazı Günlük Evrensel Gazetesi'nden alınmıştır...
* Bu bir editöryal haberdir.








