“Bir şiiri veya şarkıyı ezberlediğimde, o sihirli havasını, hiç ulaşılmayacak olan o gizemini kaybediyor. Ben şiiri esaslı sırlarıyla, künhüne hiç varılmayacak güzelliğiyle koruma derdindeyim, anlayacağın.”
Söyleşi : Öykü TEKTEN
Fotoğraf : Öykü TEKTEN
editö[email protected]
İlhan Sami Çomak, otuz yıl-üç ay-sekiz gün cezaevinde “tutulan” bir Kürt şair. 1973’te Bingöl’ün Karlıova ilçesinde doğan Çomak, 1994 yılında İstanbul Üniversitesi’nde Coğrafya bölümünde okurken gözaltına alındı ve siyasi faaliyetlerde bulunmakla suçlandı; ki bu suçlamayı her zaman reddetti. Yıllar süren hukuksuzlukların ve işkencelerin ardından mahkûm edilen Çomak, dünyanın en uzun süre hapsedilen şairlerinden biri haline geldi...
Onlarca yıllık tutukluluğu boyunca yazdı; çocukluğunun coğrafyasına ve özgürlüğün hayalî mekânlarına kök salan, hem mahrem hem de genişleyen bir sesi ortaya koyan birçok şiir kitabı yayımladı. Şefkatle, sınır tanımayan hayal gücüyle ve yaşama dair sarsılmaz bir inançla yazdığı şiir, doğaya ve hafızaya dirençle yeniden doğuşun alanları olarak çıkar karşımıza. Hücresinin sınırlarından, yalnızlığı derin bir yaratıcı güce dönüştüren Çomak, çağdaş edebiyatın en güçlü ve kalıcı seslerinden biri olarak yerini aldı...
***
Çomak’la ilk karşılaşmam, 2021 yılında PEN Norveç tarafından davet edildiğim bir proje sayesinde oldu; hem onun şiirlerine hem de haksız tutukluluğuna dikkat çekmek için, dünyanın çeşitli ülkelerinden tanınmış şairler tarafından onun için yazılmış şiirleri İngilizceye çevirdim. Ancak ilk sohbetimiz çok daha sonra, 2024’te özgürlüğüne kavuştuğunda gerçekleşti. Hayatımın en unutulmaz anlarından biridir: Nihayet serbest bırakılan Çomak’ın İstiklal Caddesi’nde yürürken sesine sinen o şaşkınlığı ve sevinci, kalabalığın ortasında yükselen kahkahasını hiç unutamam...
Bu söyleşiye neresinden başlayacağıma karar vermem haftalar aldı. Kış uzadı, bu sebepten desem abartmış mı olurum? Olsun. Birçok insan gibi seninle de şiirin sayesinde tanıştım. Sadece bir okurun olarak değil, çevirmenin olarak da. O yüzden böyle başlayalım diyorum, yani şiir ve çeviriyle. Ne dersin? Şiir hayatına nasıl girdi? Okuduğun, ilham aldığın şairler kimlerdi ve kimlerdir? Ezberindeki şiirler hangileri? Şu an masanda duran ya da cebinde taşıdığın kitap(lar)?
Röportaja şiirle, şiirin aramızda yarattığı ünsiyet bağının sıcak değerine dayanarak başlamak iyi bir seçim kanımca. Hele ki İstanbul’a inmiş ve bir türlü gitmeyen bu soğuk havada, ısıran yağmurda ve rüzgârda kesinlikle isabetli olacak. Zaten bizi buluşturan şiir olmadı mı, sevgili Öykü?
Benim şiirim gerçek ve mecazi anlamıyla dışarıya çıkmaya başladığında bir çevirmen olarak sana uğradı, dilinin kapısını çaldı senin. Efendimiz şiirdir. Amentümüz de, yani bizi buluşturan temel yönelim de şiir oldu...
Benim gecikmelerim meşhurdur, bilirsin. Sadece hayatta değil, şiire de geç kalmış biriyim. Şiir yazmaya yirmili yaşlarımın sonunda, otuzlarımın başında giriştim. Epey geç bir zaman bu aslında. Ama zaten bir okur olarak şiirle ilişkim de geç başladı. Türkiye’de gençliğe adım atan herkes hem bir okur olarak hem de yazma bahsiyle şiire hızla giriş yapar. Ben her ikisinde de açık ara hep sınıfta kalmış biriyim...
Okur olarak çok sıradan bir ilişkim vardı şiirle. Nâzım’ı bilirdim elbette, popüler kimi dizeleri ezberimdeydi. Ahmed Arif yine Nâzım gibi sevilen, bilinen bir şairdi. Neruda’yı duymuşluğum vardı. Bunun gibi çok bilinen şairler bana kıyıdan köşeden uğramıştı. Ne ki, Nâzım dahil, hiçbirini kararlı ve açık bir bilinçle, aynı zamanda bütüncül bir biçimde okumamıştım hiç...
***
Buna rağmen, gün geldi, şiir eşsiz bir inançla kapımı çaldı ve beni sözcüklerden, özlemden ve inattan, genişlik ve tazeliğin hafifliğiyle döllenen o dünyadan yeryüzüne çekti. Belki de beni kutsadı demek daha isabetli olur...
Ezbere bildiğim şiir yok. Gerek kendi şiirlerimi gerekse sevdiğim şairlerin şiirlerinden hiçbirini ezberlemedim, bundan imtina ettim. Bir şiiri veya şarkıyı ezberlediğimde, o sihirli havasını, hiç ulaşılmayacak olan o gizemini kaybediyor. Ben şiiri esaslı sırlarıyla, künhüne hiç varılmayacak güzelliğiyle koruma derdindeyim, anlayacağın...
***
Masamda İlhan Berk’in, Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya ve Ehmed Huseynî’nin toplu şiirleri var. Şiir serüvenimin başlangıcından bu yana bu büyük şairler hep yanımda oldular ve bana yön verdiler sanırım. Ted Hughes, Ezra Pound, T.S. Eliot, Cummings, cezaevinin kısıtlayıcı şartlarında ulaştığım iyi şairlerdi. Bu şairlerin dışında, Türkçe ve Kürtçe yazan pek çok şair cezaevinin o karanlığında yazdıklarıma ışığını düşürdü, bana el verdi. Yine Kürtçe şiire getirdiği geniş nefesle Rênas Jiyan ve iyi şair Arjen Ari ile çevirmenliğinin yanına iyi çalışılmış şiirini koyan Kawa Nemir’i de burada adlarını geçirerek anmalıyım. Bunların dışında, dışarda olmanın bana verdiği imkânla pek çok yeni dönem şairinin de kitaplarını edinme ve onlarla tanışma heyecanını yaşıyorum...
***
Hem Kürtçe hem de Türkçe yazıyorsun. Kürtçe ve Türkçe birbirinden çok farklı iki dil. Bunun sana ve şiirine yansısı nedir? İki ayrı şairden mi bahsetmemiz gerekir? Birden fazla dilde iletişim kuran, okuyan ve yazan biri olarak soruyorum bunu, çünkü farklı dillerin farklılaştırdığı bir benlik var; değiştirdiği ses, imgelem ve bağlam...
***
Kürtçenin ve Türkçenin, yapıları ve kökenleri itibariyle birbirinden çok farklı diller olduğu vakia. Bu linguistik farklılığın şiirime yansımasını tam olarak kestirmek güç bir değerlendirme konusu bana kalırsa. Buna rağmen olumlu yönü baskın, giderek birbirini besleyen, belli ki söz söylerken bana daha kıvrak bir dil kullanma imkânı veren, kimi zaman geçişken bir sentaksla birbirine uğrayan, ama yine de iki farklı varlık ve şiir alanı olmayı öneren bir gerçeklikle hemhal olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Dolayısıyla, bu durumun şiir gibi zor bir alanda imgeleri ve çağrışımları çoğaltarak, yenilik icadı bahsinde elimi güçlendiren bir yerde durmamı sağladığı açıklıkla ifade edilebilir.
***
Türkçe çok beslenmiş, çok eğitimli, egemen dil olması nedeniyle daha yaygın, bunun getirdiği bir havayla küstah ya da kaba olmaya meyyal bir yerde duruyordur belki de bende. Kürtçenin devletin tüm inkâr ve unutturma politikalarına rağmen inatçı olduğu kesin. Esasen senin de bildiğin gibi Kürtçe büyük bir dil ailesi olan Hint-Avrupa kökenlidir ve bunun bir neticesi olarak da, temelde son derece kompleks bir yapıya sahiptir. Kürtçe bu güçle, anıları ve kişiliği koruyacak şekilde geçmişin üzerine kapanan, kırılgan, duygusal ve işlenmeyi bekleyen, buna rağmen kendinden taviz vermeyen, dolayısıyla gecike gecike hep geleceği ve iyi şeyleri temrin eden ve çocukluğu kesin şekilde önemseyen, illa da paylaşımcı bir benlik öngörüsüne sahiptir bende.
***
Bana kalırsa bu çok dillilik bahsinde iki ayrı şairden ve şiirden bahsetmek bir yere kadar mümkün olabilir. Yine de dilde ve dilin yarattığı o âlemde aradaki geçişkenliği tam tespit etmek mümkün değil kanımca. Şiirime malzeme olan şeylerin neredeyse hemen hepsi çocukluğumdan neşet ediyor. Çocukluğumun, yani Kürtçeye doğduğum dünyanın gerek Kürtçe gerek Türkçe şiirimin temeline yedirildiğini biliyorum. Öyleyse, Türkçe ben’im Kürtçe ben’den malzeme çaldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu “çalmak” olayına göz yumulduğu da, hatta bir yere kadar buna gönüllü olunduğu da aşikâr. Bu durumda Kürtçenin ve Türkçenin oluşturduğu kaçınılmaz benlik alanlarının ve bunun varsayımsal bir sonucu olan kişiliklerin birbirinden pek de rahatsız görünmediği söylenmeli...
***
Ben Kürt ve Alevi bir dünyadan ve onun yarattığı kültürel kodlardan geliyorum. Formal bir Kürtçe eğitim alma imkânım, devletin Kürtlere ve Kürt diline karşı halen süren açık ayrımcı ve inkâr eden politikaları nedeniyle mümkün olmadı. Başlangıçta Türkçe yazdım. Ama Türkçe yazdığım eserlerde dile gelen, Kürtçeyle kavradığım bir dünyanın yansımasıydı, önemli oranda. Dolayısıyla, yazdıklarımda her iki dil de hep oldu. Bunun bana, şiirime bir değer ve derinlik kattığını düşünürüm ben...
***
Türkçe yazan ben, belli bir şiir görgüsüne ulaştıktan sonra bu aşamada yakaladığı seviyeyi, şiirin ona, bilincine yüklediği değeri, bu sefer Kürtçe şiir yazarken kullandı. Demek ki Kürtçemle varolan dünya Türkçe şiirimi de besledi ama zamanla Kürtçeye olan borcunu hatırlayarak, ondan aldıklarını daha üst seviyede işleyip ona geri vermeyi başardı. Bence böyle oldu; açıkçası böyle olmuş olmasını istiyorum. Birinden birine bir borç geçmemeli, illa da bir borçtan bahsedilecekse, Türkçenin hâlâ borçlu olduğunu söylemek doğru olabilir...
***
Şiirlerinin İngilizceye çevrildiğini çevirmenlerden biri olarak gayet iyi biliyorum. Başka dillere yapılan çevirilerden bahseder misin?
***
İngilizce dışında Almanca, Fransızca, İtalyanca, Norveçce, Yunanca, Galce, Hintçe, Rusça… Hasılı, bildiğim kadarıyla on beşi aşkın dile çevrildi şiirlerim...
***
Hapishanede şiir yazmak, şiirlerini okurla buluşturmak, birçok kısıtlamanın ve yasağın gölgesi altında nasıl mümkün oldu?
***
Bunun yani mahpusken şair olmanın, yazdığım şiiri kapıları kırarak, duvarları yıkarak dışarı çıkarmanın ölçülendiremeyeceğim denli zor ve aynı oranda inatçı bir kararlılık gerektirdiğini söylemeliyim...
***
Bir kez ben gücümü sadece yaratıcılığa, şiir söylemeye odaklanan bir uğraşla sınırlayamamak zorunluluğunun tüketici yanıyla baş etmek durumundaydım. Hiçbir zaman tek kaygım iyi şiir yazmak, yeni bakış açılarıyla daha derin, daha sofistike bir yerden şiir söylemek olmadı maalesef...
***
Cezaevinin doğası gereği insanı ve şiiri sınırlandıran yapısı, mekânın daraltıcılığı, mekânla işbirliği eden zamanın akmak bilmeyen ağdalı yapısı inatçı ve yorulmayı hatırlamayan şiir sevgimi devreye koymamı buyurdu. Disiplinle çalıştım; tüm günümü şiire, yeni bir dizeyle yaşadığım karanlık âlemi aydınlatma imkânını yaratmaya verdim...
***
Oysa yaratıcı etkinlik yetmiyordu, şiirimi çoğaltıp dışarıya göndermek apayrı bir dertti. Her yazdığım, her sözüm, cezaevi idaresinin denetiminde ve gözetiminde ve haftalarca bekletildikten sonra, mektupla özgürlüğe, dışarıdaki genişliğe çıkabiliyordu ancak. Tabii ki bu arada koğuşta ani bir baskınla yapılan aramalarda yazdıklarıma el konma ihtimalinin üzerimde yarattığı daimi baskının ruhsal yıpratıcılığının geriye çeken yönünü özellikle vurgulamak durumundayım. Son yıllara kadar yazmak için kendime ait bir masam bile yoktu. Anlayacağın, her şey şiire karşıydı...
***
Hem beslenmek açısından konuyu ele aldığımda şunu da belirtmeliyim: Okumak benim gibi bir mahpus şair için üretmek yolunda vazgeçilmez bir durak. Oysa asla istediğim kitaplara tam olarak ulaşamadım. İstediğim kitaplar her zaman içeri alınmayabiliyordu. Tabii bir de cezaevi idaresi dışarıdan iki ayda sadece yedi kitap almama izin veriyordu. Bu sınırlandırma, bitkinin susuz ve ışıksız bırakılmasına benzer bir gaddarlık içeriyor aslında. Konuya dair bende belki de en büyük ağırlık noktası oluşturan şey, yazdıklarımın bir bütün olarak dışarıdaki yankısını ölçememek oldu. Zira, gerek yanı başımda yazdığım şiire eleştirel bir bakış düşürüp değerlendirecek bir göz olmamasının yanı sıra dışarıda da aynı işlevle şiirimi kuşatıcı ve derinlikli bir şekilde tahlil edebilecek kişilerden uzak olmak benim için zorlayıcı oldu...
***
Bunun dışında, şiirin sadece boş zamanlara ihtiyaç duyduğu, bu boşluk ânında neşet ettiği gibi bir yanılgıya vurgu yapmak gerek. Elbette şiirin kendine ait bir zamanı var. Ama cezaevinde olmak sizin sadece mekânla kuşatılmış olmanız anlamına gelmiyor. Zamana hükmetmeye çalışan bir cezaevi işleyişi var ve bu kesinlikle şiire karşıdır. Dolayısıyla, “boş zamanı çok, bu arada şiir yazar” diye bir yanlış resim varsa bunu düzeltmek isterim. Aksine, cezaevinde şiir yazmak için muktedirden onun her âna nüfuz etmeye çalışan hiyerarşisinden zaman çalmak, belki de üretim sürecindeki en büyük zorluklardan birini teşkil eder. Zaman ve mekân,cezaevinde idareyle işbirliği yaparak daha bir öğütücü, insandan ve güzelliklerden çalan bir şekle girer. Ben bunlara en başından beri cepheden karşı durmak durumundaydım. Ancak bu şekilde, yani yaşama ve şiire duyduğum tutkuyla asla geri adım atmayan inançlı bir yerde durmayı başardım...
***
Şiirlerimin bu zorluklardan firar edip okurla buluşmasının sadece benim çabamla mümkün olmayacağı açık. Bunun kolektif bir emeğin ürünü olduğunu belirtmeliyim. Çok uzun yıllar kız kardeşim Suna benim dışardaki elim oldu. Son on yıldır aynı zamanda vasiliğimi yapan İpek bu sorumluluğu hem Türkiye’de hem yurtdışında yüklendi. Editörlerim bana direkt ulaşamamalarına rağmen eserlerime titizlikle emek verdiler. Ayrıca gerek Türkiye’den gerekse uluslararası alanda pek çok şair ve yayıncı, başta PEN olmak üzere uluslararası insan hakları örgütleri şiirimin duvarları aşarak, dünyanın genişliğinde ses verecek bir seviyeye gelmesine katkı sundular. Bütün bu belirttiğim kurumların ve kişilerin rolünü bugün geldiğim noktada kendime ve başkalarına hatırlatmam gerektiğini hiç unutmuyorum...
***
30 yıl, 3 ay, 8 gün hapisteydin. Özgürlüğüne kavuştuğun günü, hissiyatını çok merak ediyorum...
***
Özgürlüğe kavuştuğum gün doğrusu kaygılı bir mutlulukla çalkalandım. Kaygılıydım, zira tıpkı 21 Ağustos’ta tahliye edilmediğim gibi, keyfi gerekçelerle yine içeride tutulacağım hissi vardı. Hislerimi özgür olma gerçekliğinin vereceği tazeliğe ve hafifliğe teslim edemedim bu yüzden. Karamsarlığa kapı aralamayan, tedbirli bir umutla karar ânını bekledim.
***
Geç de olsa özgür olacağım haberini aldığımda ilkin içimdeki atları dizginleyemeyen bir sarhoşluk hali, kendini koyuverip çığlık atma isteği ve zar zor da olsa durdurduğum gözyaşları… Ağlamaya çok yakındım, gerçekten çok yakındım. Bu ruh hali çok kısa sürdü; sonra kendi sesime, beni bunca yıldır inatla taşıyan ve giderek kavileşen hislerime, bu hislerin ve düşüncelerin yarattığı benlik alanıma bir kez daha çekildim. Sanırım buna gerçekçi ya da olgun olmak diyoruz. Zira her an bu karar bozulabilir ve özgürlüğe çıkmam engellenebilirdi. Akşamı beklemeliydim. Bekledim...
***
O arada cezaevi idaresinin tahliyem yolunda olumlu görüş bildirdiğini, ama bu kararın infaz hâkimliğinin onayına sunulacağını, beklemem gerektiğini bana bildiren avukatımdan aldığım bilgiyle koğuşa dönünce, arkadaşlarımın büyük bir merakla bendeki haberi bekliyor olduklarını gördüm. “Bırakılacağım” dediğimde koğuştan yükselen sevinç çığlıkları, ıslıklar, dökülen gözyaşları benim için özgürlüğün artık daha büyük bir ihtimal olduğunu duvarlara çarpa çarpa bildiriyordu. Görsen, kanımda koşturan atların 31 kişinin gözlerine, damarlarına sıçradığını sanırdın...
***
Sonra, akşam 20:30’da, içimde geride bıraktığım arkadaşlarımın hüznünü de taşıyarak özgürlüğe kavuştum. Bedenen yorgundum ama özgürlüğün karanlığı yaran sessiz gücüyle dirençliydim aynı zamanda. Ne zaman ki askerler beni minibüsle dışarıya, cezaevi duvarlarının ötesine, yani karanlığa bıraktı, işte o an özgür olduğuma inanmaya başladım...
***
Başlangıçta, evet, biraz hissizdim. Belki tam olarak özgür olduğuma inanamadım, belki hislerimin gerçeğe intibak edememesinin sonucu olarak kendimden biraz uzaktım. Ne zaman ki sevdiklerime sarıldım, onların varlığını kollarımla sabitledim, işte o an özgürlüğe, kendime ve onlara inandım. Karanlık bir gündü ve gece bizi aydınlattı.
***
Seninle ilk telefon görüşmemizde İstiklal Caddesi’nde yürüyordun. İlk kez kar yağdığını ya da denizi gören bir çocuk sevinci ve merakı vardı sesinde. O âna tekrar dönmek istiyorum. Buradan da biraz hapishane öncesindeki hayatına. Bingöl’den başlasak? Sonra öğrencilik yılların?
***
Doğrusu özgür olduktan sonra, bir âlemden çok farklı bir âleme çıktığımı neredeyse her gün tekraren duyumsuyorum. Geçmişi, bundan 30 yıl öncesindeki hayatı unutmadım şüphesiz. Ama bir gerçek var; ben kesinlikle yeni bir hayata ve zamana çıktım. İnsanlar değişmiş, mekânlar değişmiş, ilişkiler değişmiş… Değişmedik hiçbir şey yok yani...
***
Değişim bahsinde kıyas edeceğim bir miyar yok elimde. Dolayısıyla, benim açımdan yepyeni bir âlemde olduğumu belirtmek gerçeğe daha yakın. Öyle olunca her şeyi yeniden öğrenmek, ezberlemek ve belli ki hazmetmek durumunda kalıyorum...
***
Hâlâ mezarına gitmediğim sevdiklerim, akrabalarım var. Çocuk olarak hatırladığım ama çıktığımda onları bıraktığım yaşlardaki çocuklarıyla beni karşılayan kuzenlerim var. Bütün yeğenlerim ben cezaevindeyken doğdu, ninelerim ben cezaevindeyken vefat etti. Geçmişte gözüm kapalı vardığım evlere ancak yanımda birinin eşliğiyle gidebiliyorum...
***
Her şey değişti diyorum tekrar tekrar ama değişmeyen bir şey var kesinlikle. Sevdiklerimin gözlerindeki parıltı eskimemiş ve hep şefkatle, özlemle, mutlak kabulle beni sarıp sarmalıyorlar. Bana kalırsa, bunca değişen zamana ve mekâna tökezlemeden hızla ayak uydurma çabamda ve aldığım mesafede bu sevginin oluşturduğu koruyucu şemsiyenin kesin payı var; ne mutlu bana
***
Bingöl henüz gitmediğim bir ülkedir. Bana varlık kazandıran, saklı bir âlem demek daha doğru olur. Bingöl’ü, ona duyduğum amansız sevgiyi, bu sevginin bendeki kurucu değerini, kaçınılmaz olarak şiirime yön tayin eden çocukluğumu, öğrenciliğimi, ilk gençliğimi o kadar çok anlattım, kitaplarıma konu ettim ki, korkarım daha fazla dillendirmek zarardır, ziyandır; bendeki Bingöl’ü ve geçmişin güzel anılarını eskitmekten korkarım...
***
Çocukluk hiçbir yere gitmez ki… Kısaca şunu söylemeliyim; iyi bir çocuk, iyi bir insan ve iyi bir şair olmanın temeli çocukluğumun Bingöl’ünde atıldı. Ve bana yedirilen bu değerlerle bugüne vardım. Seninle röportaj yapabilmem de böyle mümkün oldu...
***
İstiklal Caddesi’nde yürürken konuşmuştuk ilkin, evet. Sesimde hissettiğin tazelik ve çocuksu heyecan hâlâ sürüyor sevgili Öykü. Çünkü hayata tutkulu bir açlığım var ve bu dünya o kadar yeni, inkişaf edilecek o kadar çok şey var ki… Güzellik beni dövüyor, inan. Bazen etrafımdaki insanlara ve nesnelere bakıp; denizin dalgasıymış, kalabalığın sesiymiş; kornalar, uğultular, martıların yırtıcı ısrarı, kedilerin her yere sırnaşan güzelliği, vapurların ve şileplerin devasalığı… hiçbirini önemsemeden, birden kendimden çıkıp bir kuş gibi yükselerek bu güzel ve yeni âleme eklenip varlığımı sabitleştirirken buluyorum kendimi. Hoş türküler dinlemişçesine esrikleşiyorum o an. Şiir gibi bir şey işte anlayacağın...
***
Sohbetimizin sonuna yaklaşırken, hayatında şiirin, hafızanın ve direncin iç içe geçtiği daha da belirginleşiyor. Çocukluğun saklı evrenlerinden tutukluluğun daracık mekânlarına ve oradan özgürlüğün geniş ufkuna uzanan yolculuk boyunca sesinin hiç sarsılmadan, ışıldayarak ve derin bir insanlık haliyle varlığını sürdürdüğü de. Sözlerin beni zamanın ve mekânın kıvrımlarına taşırken, yaşamına hem tanıklık etmek hem de yaşadığın dönüşümlerin bir parçası olmak benim için çok önemli. Dürüstlüğün için, gözlerinden yeniden doğan bir dünyayı hissetmemize izin verdiğin için sana minnettarım. Betimlediğin şefkat, çocukça şaşkınlık ve sevginin bizi evrene bağlayan gücü yalnızca şiirinin omurgası değil, aynı zamanda onu okuyan herkesi senin deneyimine bağlayan incecik ama oldukça dayanıklı iplikler. Bu yolculuğu paylaştığın, hafızanın derinliklerine ve keşfin doruklarına göz atmamızı mümkün kıldığın, şiirin insan ruhunu en uzun kışların bile ötesine taşıyan gücünü hatırlattığın için teşekkür ederim...
***
Dinlediğin, yer açtığın ve şiirin aramızda kendi diliyle konuşmasına imkân sağladığın için asıl ben teşekkür ederim...
NOT : Bu röportaj K24kitap sitesinden alınmıştır...
* Bu bir editöryal haberdir.








