M. Taylan TANAL yazdı…
En başta şunu söyleyelim; 2025 1 Mayıs’ını konuşurken, eleştiri okunu asıl olarak tek adam rejiminin yasakçı tutumuna, Anayasayı hiçe sayan hukuksuzluğuna yöneltmeyi ihmal etmemek gerek. Yasağa rağmen Taksim Meydanı’na çıkmakta ısrar edenlerin ve birbirinden çok farklı gerekçelerle de olsa Kadıköy ve Kartal’a gidenlerin önemli bir kısmının, başta Taksim yasağı ve genel olarak 1 Mayıs’ın güçlü geçmemesi için pek çok engele başvuran sınıfın yeminli düşmanı iktidarın saldırılarına karşı yan yana durması gereken güçler olduğu gerçeğini unutmadan söz kurabilmek önemli. Özellikle Taksim’e çağrı yapan kimi çevrelerin, farklı meydanları tercih etmeyi iki düşman sınıfa ve kampa bölünmüş olmakla eş tutan dilinin sınıf mücadelesinin çıkarlarına ne kadar denk düşen bir dil ve politik tutum olduğunu da sorgulamak gerekir sanırım.
Taksim’i işçiye kapatan, etrafını 52 binlik polis gücüyle kuşatan, sıkıyönetim ilan ederek Anayasal haklarını kullanmak isteyen yüzlerce kişiyi yaka paça gözaltına aldıran despotik iktidarın hukuksuzluğu ve işlediği suçların öfkemizin asıl hedefi olması gerektiğini unutmamalı ve her vesileyle gündemde tutmalıyız. Ancak bu yazının asıl amacı, Taksim’e çağrı yapan ve bu çağrıya şu veya bu gerekçeyle uymayan herkesi sınıfa ve mücadeleye ihanetle suçlayan tutumun sınıf mücadelesine ve o mücadelenin bir yıl boyunca biriktirdiği gücü, öfkesi, talepleri ve kararlılığıyla alanlarda birleşip egemen sınıfa meydan okuyacağı ve kendi gücünü de sınayacağı bir işçi 1 Mayıs’ına ne kadar hizmet ettiğini tartışmaktır.
19 Mart’ta ortaya çıkan ve hala geri çekilmemiş olan hareket başladığından beri işçi sınıfının örgütlü gücü ve kendi talepleriyle bu hareketle birleşmesi ve kendi rengini vermesi ihtiyacı bu yılki 1 Mayıs’ın önemini daha da artırmıştı. Son bir yılda işçi hareketinde yaşanan gelişmeler; grev yasakları, pek çok grev ve direnişe yönelik devletin bir patron devleti olduğunu göstere göstere yaptığı saldırılar… Mehmet Şimşek programıyla ücretlerin daha da bastırılması ve bu dayatmaya karşı her itirazın şiddetle ezilmesi konusunda iktidarın gösterdiği kararlılık… Sendikalaşmanın önündeki engellerin mevcut yasalarda yer alan hakların bile fiilen kullanılamaz hale getirilmesiyle arşa çıkması… Ve bütün bu yaşananlara karşı işçi sınıfı içinde biriken öfkenin uzunca süredir açığa çıkacağı ve birleşerek akacağı bir mecra arayışı içinde olduğu gerçeği… 19 Mart hareketinin ortaya çıkardığı, başta gençlik olmak üzere, toplumsal muhalefet dinamikleriyle işçi hareketinin birleşmesi adına 1 Mayıs’ın sunabileceği imkanlar… Bize göre bütün bu gelişmeleri ve ortaya çıkardığı imkanları görerek, her yerde işçilerin en acil ve önemli taleplerinin öne çıkarıldığı, yaygın, kitlesel, birleşik ve güçlü bir 1 Mayıs’ın örgütlenmesi, sınıfın bütün güçlerinin ve derdi sınıf olan her odağın en temel önceliği olmalıydı. Ama maalesef öyle olmadı.
Bütün olanlardan çıkarılan tespit!
1 Mayıs’ta Taksim’i ‘zorlayan’ ve bu çağrıya uymayanları hain ilan edenlere sorarsanız, kendileri dışında, diğer meydanları tercih eden herkes bu imkanın heba olmasından sorumludur. Başta DİSK ve Türk-İş gibi konfederasyon yönetimleri olmak üzere, sendikal bürokrasinin, bu 1 Mayıs’ın ortaya çıkarabileceği ve yukarıda saydığımız, işçi hareketine ivme kazandırabilecek imkanların ve potansiyelin açığa çıkmasını engellemek için elinden gelen her şeyi yaptığına kuşku yok. Ama Taksim’i ‘zorlamayı’ seçen ve bunu seçmeyen herkesi yaptıkları derin politik analizlerde bir torbaya koyup “tarihin çöplüğüne” gönderen arkadaşlara sorarsanız, sendikal bürokrasinin 1 Mayıs için belirlediği alanlara gitmeyi tercih eden sosyalist parti ve örgütler de Taksim’e gelmeyerek “sendikal bürokrasinin ihanetine ortak olmuştur!” Evet, Taksim tartışmaları üzerinden evire çevire söyledikleri ve bütün olan bitenden çıkardıkları politik tespit bu.
Bu durumda sendikal bürokrasinin en büyük günahı da 1 Mayıs’ta Taksim dememiş olması oluyor. Mesela, 2010’ların başlarında olduğu gibi, iç politik dengeler ve konjonktürel durumdan kaynaklı iktidarın tutumu değişse ve Taksim’e izin çıksa ve yine aynı konfederasyonlar Taksim kararı vermiş olsa, ne olacaktı? ‘İhanet merkezleri’ olan bu sendika merkezleri de Taksim’e çıksaydı ‘devrimci’ mi olacaklardı?
Konfederasyonları CHP’nin reformist çizgisine yedeklenmekle suçlayıp yerden yere vuranların, 1 Mayıs öncesi son güne kadar CHP’den medet umması, Özgür Özel’i ve CHP İstanbul İl Örgütünü Taksim’e ikna etmek için yaptıkları girişimleri ve bu girişimler sonuç vermeyince de CHP’yi bu konuda eleştiren tutumlarının ne kadar ‘devrimci’ bir tutarlılık içerdiği tartışmasına ise hiç girmeyelim.
Peki, her şeye rağmen bu yıl 1 Mayıs için Taksim zorlanamaz mıydı? 19 Mart’ta başlayan toplumsal hareketlenme, başta üniversiteler olmak üzere gençlik kitlelerinin dinamizminin oynadığı rol ve hareketin işçi sınıfıyla birleşip genişleyerek güçlü bir halk hareketine dönüşme potansiyeli, saray iktidarının özellikle Gezi’den sonra kırmızı çizgi haline getirdiği ve yasaklı ilan ettiği Taksim Meydanı’nı zorlamanın, izin verilmese dahi bu yasağı fiilen geçersiz hale getirecek şekilde, başta işçi sınıfı olmak üzere yüz binlerle barikatları aşarak Taksim’i yeniden işçi sınıfının 1 Mayıs meydanı haline getirmek için nesnel koşulları vardı kuşkusuz. Bunun aynı zamanda, tek adam iktidarına karşı başlayan direnişi ve bunla birleşerek işçi hareketini de ileri bir mevziye taşımak gibi politik bir anlamı da olurdu. Ancak bu nesnel durumun ve imkanların somut bir gerçekliğe dönüşmesinin en temel koşulu, en başta işçi sınıfı içinde bu konuda güçlü bir eğilimin ve iradenin açığa çıkması/çıkarılabilmesi değil miydi?
Tam bu noktada Taksim çağrıcılarının en sık tekrar ettiği şu eleştirisi devreye giriyor: Kitle gücü olan sosyalist partiler Taksim’i zorlamak yerine DİSK’in ve diğer konfederasyonların kuyruğuna takıldı ve büyük tarihsel bir fırsat böylece kaçırılmış oldu! Burada kastedilen sosyalist partilerden diğerlerini bilemeyiz ama Emek Partisi’nin çizgisi ve ısrarı baştan itibaren, tüm konfederasyon ve sendikaların ortak tutumuyla, işçi sınıfının sözünün ve taleplerinin en güçlü şekilde yükselmesini sağlayacak birleşik ve kitlesel bir 1 Mayıs’ın kutlanması ve Taksim’in de ancak böyle bir tutumla zorlanabileceği yönünde oldu. Ve elbette, Taksim’in mümkün olmadığı koşulda ise İstanbul’da ortak, birleşik ve kitlesel tek bir 1 Mayıs’ın kutlanmasının daha öncelikli olduğuydu, sınıf partisinin tutumu. İşçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma gününde sınıfın taleplerinin birleşik ve kitlesel bir biçimde ifade edilmesinde ısrarcı olmak; 1 Mayıs’a asıl anlamını veren bu sınıfsal özün, işçi sınıfının ve hareketinin o günkü en acil ve hayati çıkarlarını önceleyen bir anlayışı savunmak; eğer ‘tarihsellik’se, 1 Mayıs’ın asıl olarak bu sınıfsal temeline dayanan yanının Taksim’den çok daha büyük bir tarihsel öneme sahip olduğu anlayışıyla hareket etmek olmuştur, sınıf partisinin tutumu.
İşçileri değil, gençleri sol-sosyalist çevreleri hedefleyen çağrılar
Tam da bu tutumdan dolayıdır ki, sadece Kadıköy’ü ya da Taksim’i tercih edenlerin aksine, Emek Partisi sadece ‘dörtlü’nün çağrı yaptığı Kadıköy’e değil, Türk-İş’in çağrısıyla Türk-İş üyesi sendikalara üye on binlerce işçinin katıldığı Kartal 1 Mayıs’ına da o bölgedeki kitlesiyle katılmıştır. İstanbul’da Taksim tutumu üzerinden DİSK ve dörtlünün ve onlarla aynı alana çıkanların tutumunu en çok mahkum eden politik hareketlerin, İstanbul dışında da 1 Mayıs’ın bölündüğü bütün illerde sadece aynı dörtlünün çağrı yaptığı 1 Mayıs’lara katılmakta bir sakınca görmemesi ise sorgulanması gereken başka bir tutarsızlık.
1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasının işçi sınıfı için ifade ettiği tarihsel ve politik anlam ve aynı zamanda 19 Mart’la birlikte yaşanan sürecin bu anlama kazandırdığı güncellik konusunda bir tartışmaya gerek olmadığını düşünüyoruz. Taksim’e çağrı yapan ve bu çağrıya uymayanları sınıfa ihanet edenler kampına hizalayan arkadaşlar ısrarla bu tarihsel ve güncel anlama vurgu yapıyor ve bunu da bu ‘tarihi an’ın doğru tarafında durmanın tartışmasız tek gerçek nesnel zemini kabul ederek temellendiriyorlar tutumlarını. Ve bu ‘tarihsel an’ın böyle keskin bir ayrışmaya en müsait zemin olduğundan o kadar eminler ki; örneğin, tam da işçi sınıfının mücadele günü olan 1 Mayıs üzerinden bir ‘tarihsellik’ ve ‘nesnellik’ tarifi yaparken, işçi sınıfının güncel durumunun, bilinç düzeyinin ve hareketin bugünkü pozisyonunun bu ‘tarihsellik’ ve ‘nesnellik’le nasıl bir uyum içinde olup olmadığını açıklama gereği bile duymuyorlar.
Çünkü, bütün o iddialı ve büyük laflarına, işçi sınıfı adına ve onun çıkarları için en doğrusunu söylediklerinden emin bir özgüvenle, en yüksek perdeden konuşmalarına rağmen; en azından 1 Mayıs ve Taksim konusunda çizdikleri politik hat ve belirledikleri eylem çizgisine dayanak olarak tarif ettikleri o ‘nesnellik’ içinde, işçi sınıfı ne eylemi ne de eğilimiyle somut bir özne olarak yer alıyor. Bu tutumun aynı zamanda işçi sınıfına inançsızlıkla da malul olduğunu söylemek durumundayız. Bu eleştiriyi çok abartılı ya da tamamen haksız bulanlara, Taksim konusunda en keskin çağrıları yapan çevrelerin (öyle sıradan taraftarları değil, bu çevrelerin bizzat politik öncüsü konumunda olanların) 1 Mayıs’tan önce sosyal medyadan yaptıkları çağrılara bakmalarını öneririz.
“Taksim’e gelmiyorsanız Kadıköy’e de gitmeyin” şeklindeki çağrıların ‘1 Mayıs’a katılmayın’ diyen bir pasifliği önermesi ve 1 Mayıs’a gitmemeyi ileri bir tutum olarak pazarlaması bir yana, bu tür söylemler işçi ve emekçilerin Kadıköy yerine Taksim çağrısına yanıt vereceklerine olan inançsızlığın da itirafı anlamına gelmiyor mu? Yine aynı çevrelerin 1 Mayıs’a günler kala yaptıkları çağrılarda asıl olarak işçilere seslenmek yerine, daha çok gençliği ve sol-sosyalist parti ve çevrelerin tabanlarını hedefleyen çağrılar yapması da, 1 Mayıs ve Taksim konusundaki taktiklerinin işçi sınıfı içinde bir karşılık bulacağına dair olan inançsızlıklarının ifadesi ve itirafı değil midir? Bu tutum aynı zamanda, 19 Mart’la birlikte ortaya çıkan gençlik hareketinin dinamizmini ve kuşkusuz anlaşılır olan Taksim eğilimini işçisiz bir Taksim 1 Mayıs’ına dolgu yapmaya çalışmak değil midir?
‘Taksim çizgisi kazandı’ diyen dostlarımıza birkaç soru daha
Konfederasyon ve kimi sendika merkezlerinin bütün bürokratik ve sınıfın çıkarlarına aykırı tutumlarına rağmen, 1 Mayıs’ta on binlerce işçi ve emekçinin yanında, onlarla aynı alanda ve aynı talepleri haykırmayı seçmek kuyrukçuluk denerek alay edilecek, sınıfa ihanet olarak nitelendirilecek bir tutum mudur? Eğer buysa, bu tutumu savunanlara ek olarak şu soruyu da sormaya hakkımız yok mu: Madem öyle, Taksim yerine diğer meydanlarda olan sendikalarda örgütlenen işçilerin mücadelelerine, grev ve direnişlerine destek vermek de bu sendikaların kuyruğuna takılmak olmuyor mu?
Bu sendikaların grevine, direnişine destek olmayı değil de, 1 Mayıs’ta aynı alanda olmayı kuyrukçuluk yapan ve bu ikisi arasında bizim anlayamadığımız ayrım nedir mesela?
1 Mayıs’tan sonra “Nitekim, kazanan bir kez daha direnişçi çizgi oldu; kazanan Taksim 1 Mayıs iradesi oldu” şeklinde değerlendirme yapan dostlarımız bu iddianın altını neyle dolduruyor? Taksim’e çıkmak için barikatlara yüklenen -bini geçtik- kaç yüz işçi ‘kazanan’ bu iradenize ortak olmuştur?
Hadi, kendi örgütlerinin ve sendikalarının kararına uymak zorunda kaldığı veya örgütsüz olduğu için gelemeyen işçileri de geçelim; sendikalarının bürokratik ve sarı sendikacılık pratiğine öfkeli olduğu için 1 Mayıs’a sendikalarıyla katılmayan işçilerin kaçı çağrınıza karşılık verdi? Örneğin on binlerce üyesi olduğu halde Kadıköy’deki 1 Mayıs’a sadece 500 işçiyle katılan Genel-İş’in kaç üyesi, tam da bu tepkisini ortaya koymak bakımından çok da anlamlı olabilecek şekilde Taksim çağrısına uymuştur?
Geçtiğimiz son bir yılın en uzun soluklu ve militan direnişine imza atan Polonez işçileri örneğin; sendikaları Tekgıda-İş tarafından yüzüstü bırakılmalarına ve Türk-İş’in belirlediği Kartal’a çağrılmamalarına rağmen neden, 1 Mayıs’ta ‘direnişçi ve mücadeleci çizginin tek gerçek merkezi’ olan Taksim’e değil de Kadıköy’e gitmeyi tercih ettiler? Bu tercih onları da mı ihanet kampına dahil etmiştir, örneğin?
Yukarıda sorduğumuz işçiler de Taksim çağrınızın kapsama alanı dışında kalıyor diyelim. Hadi şuna cevap verin en azından: Bizzat Taksim çağrısı yapan mücadeleci sendikaların üyesi olan işçilerin kaçı sizinle birlikte dayandı Taksim barikatlarına?
Mesela, Enerji-Sen sadece pankart tutan iki üyesini Taksim’e gönderirken, neden asıl üye kitlesiyle Kadıköy’e gitmeyi tercih etmiştir? Nakliyat-İş örneğin, Taksim’e çıkmak için diğer bileşenlerle birlikte barikata dayanmak yerine neden asıl kitlesiyle Saraçhane’de kutlama yapmış ve sonrasında sadece 100 kişilik sembolik bir sayıyla ve polis izniyle Taksim’e çıkmıştır?
Bu arada, bu sendikaları “Neden Taksim barikatlarına bütün üyelerini yığıp çatışmadılar” diye eleştirmiyoruz, yanlış anlaşılmasın. Öyle anlaşılıyor ki, tabanlarının, işçi üyelerinin eğilimleri ve iradesine göre hareket etmişler ve bu da son derece doğaldır kuşkusuz. Aynı şekilde, son yılların en özgün mücadeleci sendikacılık örneklerinden biri olan Öğretmen Sendikasının, asıl kitlesi, genel başkanı ve yöneticileriyle Kadıköy mitingine katılırken, Taksim’e sadece 8-10 üyesini göndermesi de yine üye tabanının eğilimini dikkate aldığı içindir muhtemelen.
Ya kendi üniversite pankartlarıyla Kadıköy’e gitmeyi tercih eden binlerce üniversiteli genç? İçlerinde ilk gün barikatları aşarak 19 Mart direnişine damga vuran yürüyüşün en önünde olan ve bu yüzden tutuklanan gençler de vardı mesela. Kimse Taksim’e giden gençlerin tercihini küçümsemedi ama, mesela Kadıköy’e giden bu gençler de mi korkak ve mücadeleyi satmış oldu?
Burada asıl soru şu: Eğer Taksim konusunda savunduğunuz çizgide ve bu çizgiye uymayanlara karşı konumlandığınız pozisyonda tutarlı davranıp, örneğin yukarıda saydığımız ve Taksim’e çağrı yaptığı halde tabanını Kadıköy’e taşıyan ya da barikatlara dayanmak yerine ayrı yerde kutlama yapıp Taksim’e az sayıda üyesiyle izinli çıkan mücadeleci sendikaları da aynı ihanet kampına dahil etmiyorsanız; en azından “1 Mayıs’ta direnişçi çizgi kazandı, Taksim çizgisi kazandı” iddianızın dayanaklarını, işçi sınıfının bu çizgiyle nasıl ve ne düzeyde buluştuğuna somut yanıtlar vererek açıklamak durumundasınız.
Bu çizgiyi savunanların 1 Mayıs 2025 değerlendirmelerine baktığımızda hemen hepsinin çıkardığı ortak sonuç mealen şöyle: Taksim’e çıkmak için barikatlara dayananların sayısı yüzlerle ifade edilecek düzeyde kalmış olsa da, Taksim’e çağrı yapan sendikaların kendi üyeleri dahil, işçiler bu çağrıya dişe dokunur hiçbir yanıt vermemiş olsa da, 1 Mayıs’ta Taksim konuşuldu; basında, sosyal medyada, kamuoyunun gündeminde İstanbul ve Türkiye’nin diğer meydanlarında alanlara çıkan yüz binlerce işçinin talepleri, hangi taleplerin öne çıktığı, meydanların işçi hareketinin geleceği için nasıl bir mesaj verdiği değil, Taksim’in işçisiz 1 Mayıs’ındaki gözaltılar ve solcuların kahramanlığı konuşuldu. Dolayısıyla siz kazandınız, öyle mi? Peki, ya işçi sınıfı, onun talepleri, onun mücadelesi? 1 Mayıs her şeyden önce işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü değil miydi?
***
1 Mayıs işçi sınıfının günüdür ve yaklaşık 50 yıl önce Taksim Meydanı’na 1 Mayıs Meydanı olma hüviyetini ve tarihselliğini kazandıran da işçi sınıfının o yıllardaki örgütlü gücü ve kararlılığıdır. İşçi sınıfının gücü ve iradesiyle yeniden kazanılana kadar da bu tarihsel hüviyet güncel bir gerçekliğe dönüşemeyecektir.
Ama yok, eğer siz işçi sınıfı adına ve onun yerine, en önde savaşarak (işçi sınıfının hemen arkanızda olmasına bile gerek duymadan) o meydanı kazanıp sınıfa armağan etme iddiasındaysanız başka tabi. 1 Mayıs’ını kutlayacağı alanı bile onun gücüne ihtiyaç duymadan zapt edecek kudrete sahip kahraman devrimcilerin, kuşkusuz ki, devrim yapmak için de işçi sınıfına ihtiyacı yoktur.
Eğer devrimci cesaretin ölçüsü taksim için kavga etmekse; biz, o kavganın gerçek sahipleriyle, o kavgayı elbet verecek olan sınıfın ‘kavgasız’ mevziisindeki korkaklar olmayı, o işçisiz, sınıfsız kavganın cesurları olmaya yeğleriz.
Egemenlerin ve zalimlerin sarayının burçlarına korkusuzca saldıran, ezilenlerin kahraman kurtarıcıları; işçi sınıfından çok yükseklerde, kahramanca cenk ettiğiniz o görkemli tepelerden küçümseyerek bakın bize. Bizim kahramanımız sınıfımızdır! Kavgamız ise onun adına, onun yerine değil; onun tam önünde, yanında ve safındadır…