Okan Bent ÖNOK yazdı…
Türkiye’de siyasi analiz yapan hemen herkesin şu gerçeği artık açıkça ifade etmesi gerekiyor: Bu ülkeyi yöneten şey bir “siyasi parti” değildir. Sandıkla gelen bir iktidarın, anayasal sınırlar içinde bir hükümet gibi davranmadığı yıllardır ortada. Peki nedir bu ülkeyi yöneten? Ne tür bir mekanizma, hangi yapı, nasıl bir sistem?
AKP bir tabela haline gelmiştir. Erdoğan ise artık sadece bir cumhurbaşkanı değil, aynı zamanda bir sistemin görünen yüzüdür. Ama bu sistem bir partiden ibaret değil. İçinde tarikatların, cemaatlerin, mafyatik örgütlerin, bürokraside çöreklenmiş çetelerin, büyük sermayenin ve uluslararası bazı bağlantıların olduğu bir yapıdan bahsediyoruz. Bu bir siyasi organizasyon değil; bu, Türkiye’nin kurumsal yapısını ele geçirmiş bir “ağ”dır.
Siyaset Maskesi Altında Derinleşen Düzen.
AKP’nin ilk dönemlerinde, henüz oyla gelenin oyla gidebileceği bir izlenim vardı. Ancak özellikle 2010 referandumundan sonra, yargı dahil olmak üzere devletin temel kurumları sistemli biçimde dönüştürülmeye başlandı. Bu dönüşüm, bir siyasi partinin reformist hamleleri gibi sunuldu, ama gerçekte güç tek elde toplanıyor ve muhalefet sadece görünürde var oluyordu.
Bugün geldiğimiz noktada, siyasi partiler artık göstermeliktir. Parlamento işlevsizdir. Bakanlar kurulu, Saray’dan gelen talimatlara göre hareket eden bir sekreterler topluluğuna dönüşmüştür. Yargı tamamen yürütmenin kontrolündedir. Medya ise büyük oranda sansür altındadır ya da otosansüre mahkûm edilmiştir...
Yani yöneten şey bir siyasi irade değil; bir “düzen”dir. Bu düzen, çıkar ilişkilerine dayalı, liyakatsizliğe bağımlı, denetimden muaf, hesap vermez bir yapıdır...
Tarikatlar ve Paralel Yapılar...
Bu yapının içinde en etkili unsurlardan biri dini tarikatlar ve cemaatlerdir. FETÖ’nün tasfiye edilmesinden sonra ortaya çıkan boşluk, başka yapılar tarafından doldurulmuştur. Bugün Sağlık Bakanlığı’ndan Milli Eğitim’e, Diyanet’ten yerel yönetimlere kadar her kademede bu dini grupların etkisi vardır. Siyasi partiler sadece bunlara meşruiyet sağlayan, onların önünü açan taşıyıcılardır...
Kimin bakan olacağı, kimin vali yapılacağı, kimin işe alınacağı artık parti merkezlerinde değil, bu yapılar arasında yapılan pazarlıklarla belirlenmektedir...
Mafya-Bürokrasi Sermaye Üçgeni...
Yöneten yapının ikinci ayağında ise devlet içindeki çeteleşmeler ve bunlarla iç içe geçmiş mafyatik ilişkiler vardır. Süleyman Soylu döneminde ayyuka çıkan bu ilişkiler, aslında buzdağının sadece görünen kısmıydı. Bugün MİT, Emniyet, Jandarma gibi kritik kurumlar arasında ciddi ayrışmalar ve güç mücadeleleri yaşanıyor. Her grup, kendi “adamlarını” kritik yerlere yerleştirmeye, rakip grupları tasfiye etmeye çalışıyor...
Bu mücadelelerin üstünü örten şey ise medya ambargosu ve halkın sistemli biçimde politikadan soğutulmasıdır. Böylece görünüşte bir “istikrar” sağlanıyor; ama içeride büyük bir çürüme yaşanıyor...
Üçüncü ayak ise büyük sermaye. Özellikle yandaş müteahhitler, medya patronları ve finans çevreleri bu yapının ana taşıyıcı kolonu durumunda. Kimi zaman vergi affı alarak, kimi zaman kamu ihaleleriyle, kimi zaman kredi destekleriyle bu yapıya hizmet ediyorlar. Onların çıkarı, demokratikleşme değil; statükonun sürmesidir...
Muhalefetin Zayıflığı Bu Gerçeği Gizliyor...
Bugün ana muhalefet dahi hâlâ bu yapıyı “bir siyasi partinin başarısız iktidarı” gibi eleştiriyor. Bu, en hafif tabirle saflıktır. Daha sert bir tanımla: Bu gerçeği görmezden gelmektir. Çünkü bu ülkeyi yöneten şey artık bir parti değildir. Bu bir “rejim”dir. Hatta klasik anlamda bir rejim bile değildir; bu, bir çıkar koalisyonudur. İsmi yoktur, ama etkisi çok büyüktür...
Dolayısıyla sandıkla değişmesi kolay değildir. Sandık, bu yapının halk nezdinde meşruiyet kazanmak için kullandığı bir vitrin işlevi görmektedir. 14 Mayıs 2023 seçimleri bunun en net örneğidir. Devletin tüm imkânları, medya gücü, yargı baskısı, seçim kurullarının taraflı tutumlarıyla birlikte bir “seçim” değil, bir “operasyon” yürütülmüştür...
Çözüm: Gerçeği Görmekle Başlar...
Bu yapının çözülmesi için ilk adım onu tanımlamakla başlar. Bu bir parti değil. Bu bir klikler, gruplar, çeteler ve çıkar odaklarının birleşimidir. Kimin ne kadar yetki kullandığı, Saray’a ne kadar yakın olduğuyla değil, bu yapının hangi köşesinde durduğuyla ilgilidir. Bu yapı, ancak şeffaflıkla, halkın gerçek bilgiye ulaşmasıyla, korkunun ortadan kaldırılmasıyla çözülebilir...
Muhalefet, hâlâ klasik “iktidarı devirirsek her şey çözülür” yaklaşımıyla hareket ettiği sürece halkın güvenini kazanamaz. Çünkü halk zaten iktidarın bir parti olmadığını hissediyor. Herkes biliyor: Bu ülkeyi yöneten bir parti değil, bir yapıdır. O yüzden oy kullanırken bile kimse umutla gitmiyor; sadece kötünün daha az kötüsü için oy veriliyor...
Bu gerçek, artık saklanamaz. Ülkeyi yöneten şey bir siyasi parti değil. O yüzden bu düzenin yıkılması, sadece bir seçimle değil; bilinçle, örgütlü halk hareketiyle, sivil dirençle ve aydınların gerçekleri cesurca söylemesiyle mümkün olabilir...
Aksi halde bu yapı kendini her seçimden sonra yeniden üretir. Yeni ambalajlarla, yeni yüzlerle, ama aynı kirli içerikle. Bu oyunu bozmanın yolu, oyunun adını doğru koymaktan geçer...
Ve artık şu soruya net bir cevap verilmelidir:
Bu ülkeyi kim yönetiyor?
Cevap çok açık: Bir parti değil, bir çeteleşmiş çıkar sistemi...