Birol KESKİN'den önemli mesajlar...
Önsöz...
Hep medeniyetten bahsederiz ya, hep uygarlıktan…
Ama asıl soru şu: Gerçekten bir medeniyetin mirasçıları mıyız, yoksa onun kalıntıları arasında kaybolmuş bir topluluk mu?
Çin’den Mezopotamya’ya, Anadolu’dan Ege kıyılarına kadar uzanan coğrafya, medeniyetlerin beşiği olarak anılır. Antik tiyatrolar, şehir kalıntıları, Göbekli Tepe, Kapadokya, derin kuyular, camiler, kiliseler…
Her biri insan aklının, yaratıcılığının, üretme tutkusunun kanıtı.
Ama aynı topraklarda bugün, aklını inancın arkasına gizlemiş, sorgulamaktan korkan bir toplumun yaşadığını görmek acı değil mi?
Bu topraklarda bir zamanlar düşünen, sorgulayan, üreten insanlar vardı.
Peki biz, yarınlara ne bırakıyoruz?
Yüzyıllar sonra bizden geriye ne kalacak?
Gerçek medeniyet, lüks arabalarda, akıllı telefonlarda, yüksek duvarlı villalarda değildir.
Gerçek medeniyet, aklın özgürlüğünde, vicdanın aydınlığında, insanın insana bakışında saklıdır...
Medeniyetin Gölgesinde (I)
Hep medeniyetten bahsederiz ya, hep uygarlıklardan.
Ama benim kafama bir soru takılıyor.
Doğu' dan geldiğimiz o geniş coğrafya, insanlık tarihinin beşiği...
Bunu kimse inkâr edemez.
Antik tiyatrolar, antik şehirler, buluntular, kalıntılar, Göbekli Tepe, tapınaklar, camiler, Bergama Kalıntıları, kiliseler, yer altı şehirleri, binlerce kişilik tiyatrolar, Kapadokya’nın derin kuyuları…
Hangisini saysak eksik kalır.
Düşünün, bunların her biri bir medeniyetin yankısı.
Her biri, insan aklının, emeğinin, inancının bir izidir.
Örneğin Çanakkale,Truva
dünyanın ilk kolonizasyon örneklerinden birine ev sahipliği yapan bir toprak bu.
Böyle bir medeniyeti, o günlerden bugünlere getirmişiz.
Peki, karşılaştırabilir miyiz geçmişle bugünü? Bu yozlaşmış medeniyet dediğimiz şeyi?
Mümkün mü gerçekten?
Ve en önemlisi, biz ne bırakacağız yarınlara?
Yüzlerce yıl, binlerce yıl sonrasına bizden ne kalacak?
Beni en çok düşündüren şey şu:
O kadim topraklara, o görkemli kalıntılara bugün giden insanlar — çoğu, o medeniyetlerin yanından bile geçemeyecek bir anlayışta.
İnançlarına, kalıplarına, alışkanlıklarına mahkûm yaşamlar sürüyorlar.
Kafaları kapalı, zihinleri zincirli.
Ve ben soruyorum:
Böyle bir cehalet, böyle bir dar görüş, nasıl oldu da o görkemli geçmişin yerine geçti?
Biz medeniyetin beşiğinde doğduk ama onun ruhunu kaybettik.
Artık düşünmüyoruz, sorgulamıyoruz, üretmiyoruz.
Sadece tüketiyoruz.
Medeniyet, lüks arabalar, cep telefonları, yazlık evler ya da gösterişli hayatlar demek değil.
Medeniyet, aklın, vicdanın ve estetiğin bir arada yaşamasıdır.
Bir toplumun birbirine, doğaya, tarihe ve geleceğe saygı duymasıdır...
Ve bazen merak ediyorum:
Binlerce yıl önce, o medeniyetlerin içinde de böyle kısır çekişmeler var mıydı?
İnanç, kimlik, aidiyet üzerine bu kadar kör tartışmalar yapılıyor muydu acaba?
Belki de onlar, bizi aşan bir bilgelikle yaşamışlardı.
Belki de gerçek medeniyet, bizden çok önce oradaydı —biz sadece onun kalıntıları arasında geziniyoruz artık...
Medeniyet ve Zihinsel Gerileme (II)
İnsanoğlu, tarih boyunca hep ilerlediğini sandı.
Teknolojiyi, hızı, gösterişi “medeniyet” olarak gördü.
Ama asıl gerileme, sessizce zihnin içinde başladı.
Çünkü düşünmekten vazgeçen insan, aslında en büyük kaybı yaşadı: Aklını yitirdi...
Bir zamanlar gökyüzüne bakıp yıldızların anlamını arayan insan, bugün parlayan bir ekrana bakıp zihnini susturuyor.
Bir zamanlar taşın üzerine anlam oyan eller, şimdi sadece ekranı kaydırıyor.
Ve biz buna “çağdaşlık” diyoruz.
Oysa çağdaşlık, yalnızca araçların değil, düşüncenin de gelişmesidir — aklın, vicdanla el ele yürüyebilmesidir...
Bugün medeniyet, hızla içi boşalan bir kelimeye dönüştü.Her şeyin ölçüsü para, güç ve gösteri oldu.
Binalar yükseliyor ama fikirler alçalıyor.
Sesler çoğalıyor ama düşünceler susuyor.
İnsan konuşuyor ama anlam kayboluyor.
Ve biz hâlâ kendimize “medenî” diyebiliyoruz...
Zihinsel gerileme dediğim şey, yalnızca bilgisizlik değil; bilmek istememek hâlidir.
Merakın ölmesidir.
Bir toplum, merak etmeyi bıraktığında çürümeye başlar.
Çünkü merak, bilginin tohumu, düşüncenin ateşidir.
Ama biz artık sorgulamayı tehlikeli, düşünmeyi gereksiz, farklı olmayı suç sayıyoruz.
İşte o an, medeniyetin sonuna yaklaşmış oluruz...
Burada şu soruyu da sormak gerekiyor:
Acaba 1968 ve 1978 kuşakları bir daha geri gelebilecekler mi?
O düşüncenin, o direncin, o özgürlük arzusunun çocukları…
Yoksa artık her şey, kapitalizmin istediği şekilde mi inşa ediliyor?
Eğitim, insanı özgürleştirmek yerine köleleştiren bir sisteme mi dönüştü?
İnsanlara bilerek eksik bilgi mi veriliyor — yoksa insanlar zaten bilmekten mi vazgeçti?
Bu çağda bilgiye ulaşmak kolaylaştı, evet.
Ama hangi bilgiye, kim tarafından izin verilen bilgiye ulaşıyoruz?
Bilişim çağındayız deniyor, fakat zihinler hiç olmadığı kadar denetim altında.
Ekranlar bizi özgürleştirmiyor; aksine yönlendiriyor, sınırlıyor, kalıplara sokuyor.
Ve “E-kullanıcı”lar — yani teknolojiyi iyi kullanan ama düşünmeyi unutan insanlar — artık dünyayı yönetiyor.Belki de çağımızın en büyük trajedisi bu:
Bilgiyi elinde tutanların, bilinci yok etmesi...
Medeniyet; taş binalar, yollar, köprüler değil.
Medeniyet, insanın zihninde kurduğu bir adalet ve estetik düzenidir.Bir çocuğun özgürce düşünebildiği, bir kadının korkmadan konuşabildiği, bir insanın kimliğiyle utanmadan var olabildiği yerdir.Bunlar yoksa, geri kalan her şey yalnızca harabelerdir — tıpkı geçmiş medeniyetlerin kalıntıları gibi...
Belki de asıl trajedi şu:
Biz o medeniyetlerin mirasçıları değil, sadece enkaz bekçileriyiz.Onların bıraktığı taşların gölgesinde, düşünmeyi unutan bir kalabalığa dönüştük.
Ve her geçen gün biraz daha uzaklaşıyoruz insana, akla, ruha ve gerçeğe dair o büyük uygarlıktan...
Unutulan Akıl, Kaybolan Vicdan (III)
Her şeyin hızla değiştiği bu çağda, insanın kendini unutuşu da hızlandı.Artık ne düşündüğümüzü değil, bize ne düşündürülmek istendiğini konuşuyoruz.
Ve bu en tehlikeli sessizliktir — çünkü insanın iç sesi, aklından önce susar...
Bir zamanlar akıl, insanın pusulasıydı.
Vicdan ise o pusulanın yönü.
Bugün ne aklımız kalmış doğruyu bulacak kadar özgür,ne vicdanımız kalmış yanlışı reddedecek kadar cesur.Bizi insan yapan iki temel güç — düşünme ve hissetme — birer birer elimizden alınmış durumda...
Biri sistemin elinde eriyor, diğeri korkunun gölgesinde.Bir yanda, “daha fazlasını iste” diyen bir dünya; diğer yandan “sorgulama, sus” diyen bir düzen.Ve biz bu ikisinin arasında, hem bilen hem de bilmekten korkan bir varlığa dönüştük...
Oysa akıl, sadece bilgiyle değil; vicdanla büyür.
Vicdanı olmayan bir bilgi, en büyük yıkımı yaratır.
Bugün dünyayı saran krizlerin, savaşların, açlığın, adaletsizliğin temelinde bu vardır:
Aklı olan ama vicdanı olmayan bir insanlık...
Çocuklar, geleceğin değil; sistemin malzemesi hâline geldi.Eğitim, insanı özgürleştirmek yerine, itaat etmeyi öğretir oldu.Ve insanlar — birer birey olarak değil, tüketici olarak tanımlanıyor artık.
Kimliğini “ne düşündüğüyle” değil, “ne aldığıyla” gösteren bir çağdayız...
Böyle bir dünyada, akıl susar.
Vicdan çekilir.Ve geriye sadece gürültü kalır — çok sesli, ama anlamsız bir gürültü...
Belki de artık yeni bir başlangıç için, önce hatırlamamız gerekiyor.Bir zamanlar insanın kendi aklına, kendi sezgisine, kendi kalbine güvenebildiği günleri.Yeniden düşünebilmek için, önce susmak;
yeniden hissedebilmek için, önce hatırlamak gerekiyor...
Çünkü medeniyet dediğimiz şey, ne geçmişteki taşlarda ne gelecekteki makinelerde.
Medeniyet, aklın ışığıyla vicdanın sıcaklığının buluştuğu yerde başlar.O ikisini yeniden bulmadıkça, biz sadece büyük bir gürültünün içinde,
küçülen bir insanlık olarak kalacağız...
* Bu bir editöryal haberdir.








