Emek ve Özün Yitirilişi: Marx’ın Yabancılaşma Teorisi ve Gerçek Devrim Çağrısı...

Emek ve Özün Yitirilişi: Marx’ın Yabancılaşma Teorisi ve Gerçek Devrim Çağrısı...

Birol KESKİN'den...
[email protected]

İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özellik, doğayı bilinçli ve yaratıcı bir şekilde dönüştürme kapasitesidir. Karl Marx’a göre emek, insanın kendi varlığını gerçekleştirdiği, dünyaya damgasını vurduğu ve anlam yarattığı en temel insani etkinliktir. Ancak kapitalist üretim ilişkileri, bu yaratıcı etkinliği, insanı kendi özünden koparan mekanik bir sürece dönüştürmüştür. İşte Marx’ın "yabancılaşma" (Almanca: Entfremdung) kavramı, bu kopuşun çarpıcı bir analizini sunar...

Yabancılaşmanın Çok Boyutlu Doğası...

Marx’a göre yabancılaşma, salt ekonomik bir sömürü mekanizması değil, insanın varoluşsal bütünlüğüne yönelik bir tehdittir. Bu süreç dört temel boyutta kendini gösterir:

1. İnsanın Ürettiği Ürüne Yabancılaşması...

"Kapitalist sistemde emekçi,ürettiği nesnenin mülkiyetine sahip değildir. Ürettiği ürün, onun emeğinin somutlaşmış hali olmasına rağmen, kendisine yabancı, dışsal ve hatta ona hükmeden bir "meta"ya dönüşür. Burada Marx'ın meşhur paradoksu devreye girer: "İşçi ne kadar çok üretirse, o kadar yoksullaşır." Çünkü emeğiyle yarattığı zenginlik nesneler dünyası, onun karşısına kendisinden daha güçlü, onu ezebilen yabancı bir güç olarak dikilir..."

2. İnsanın Üretim Sürecine Yabancılaşması...

"Emek,artık yaratıcı bir kendini-ifade etme biçimi olmaktan çıkmış, hayatta kalabilmek için katlanılan zorunlu bir faaliyete indirgenmiştir. İşçi için çalışmak, kendini gerçekleştirdiği bir an değil, kendinden vazgeçtiği, mutsuz hissettiği ve ancak iş dışındaki zamanlarında "yaşamaya çalıştığı" bir süreçtir. Emek, özü itibarıyla yaratıcı bir etkinlikken, kapitalizmde anlamsız ve yabancı bir işe (Arbeit) dönüşür..."

3. İnsanın Tür-Varlığına (Öz Doğasına) Yabancılaşması...

"Marx,insanı "tür-varlığı" (Gattungswesen) olarak tanımlar. Bu, insanın evreni şekillendirme ve kendi yaşam koşullarını bilinçli bir şekilde üretme kapasitesine işaret eder. Yabancılaşmış emek, insanı bu temel özelliğinden koparır. Yaratıcılığın ve özgür etkinliğin yerini, hayvanlarda olduğu gibi, salt fizyolojik ihtiyaçları gidermeye yönelik bir içgüdü alır. İnsan, "insan olma" potansiyelini kaybeder..."

4. İnsanın Diğer İnsanlara Yabancılaşması...

"Bu bireysel bir süreç olmanın ötesine geçerek toplumsal ilişkileri de dönüştürür.Üretim sürecindeki rekabet, insanlar arasındaki dayanışma bağlarını zayıflatır. Diğer bireyler, artık birer "yoldaş" değil, pazardaki rakipler ya da emeğimizi satın alan/sömüren yabancılardır. Bu durum, doğayla olan ilişkimizi de etkiler; doğa, tüketilecek sınırsız bir kaynak, toplum ise acımasız bir rekabet alanı olarak görülmeye başlanır..."

Kurtuluşun İmkânı ve Pratikteki Engeller...

Marx’a göre çözüm, emeğin yeniden kolektifleştirilmesi ve yaratıcı bir etkinliğe dönüştürülmesidir. Ancak teorik bu çözüm, pratikte kapitalizmin yarattığı güçlü bir psiko-sosyal engelle karşılaşır: Rasyonel Teslimiyet...

Günümüzde kapitalizmin bu denli baskın hale gelmesi, insanların onu "en iyi" sistem olduğu için değil, "en az kötü" veya "tek gerçekçi" seçenek olduğu inancıyla benimsemesiyle açıklanabilir. Bu, pasif bir kabullenmeden ziyade, maddi güvencenin kaybedilme korkusuna dayanan aktif bir "teslimiyet" stratejisidir. Sistem, "alternatifsizlik" (TINA - There Is No Alternative) duygusunu sürekli besleyerek ve bireyciliği, tüketimi bir yaşam ideali olarak yücelterek, bu teslimiyeti "rasyonel bir tercih" haline getirir. Bu durumda, yabancılaşmadan kurtuluş fikri, sadece ütopik değil, aynı zamanda tehlikeli bir macera gibi görünür; zira kişi, elindeki maddi güvencenin ve toplumsal konumunun kaybı riskiyle yüzleşir...

Sonuç: Rızanın ve Korkunun Ötesine Geçmek - Gerçek Anlamıyla Bir Devrim...

Dolayısıyla, yabancılaşmadan kurtuluşun önündeki en büyük engel, artık sadece üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet değil, aynı zamanda zihinlerdeki mülkiyettir – yani, alternatifsiz olduğuna inanılan bu düzenin yarattığı varoluşsal korku ve ideolojik tahakkümdür...

Ancak, bu teslimiyet hali mutlak değildir. Sistemin ürettiği kitlesel tükenmişlik, anlamsızlık duyguları ve derinleşen eşitsizlikler, bu "rasyonel" tercihin aslında ne kadar sürdürülemez olduğunu her gün daha görünür kılmaktadır. Marx'ın ütopyası, ulaşılması güç bir nihai hedef olarak kalsa bile, asıl mücadele alanı artık açıkça görülmektedir: Bu teslimiyet halini sorgulamak ve yabancılaşmış emeğin ötesinde, dayanışmaya ve anlamlı bir varoluşa dayalı yeni insani potansiyellerin alanını zorlamak...

İşte tam da bu noktada, kurtuluşun yolu, yalnızca iktidarları veya ekonomik sistemleri değiştirmeyi hedefleyen siyasi bir devrimden çok daha derin bir dönüşümü işaret eder. Ve belki de bunun adı, gerçek anlamıyla bir devrim olacaktır: Öncelikle kendi zihnimizdeki prangaları kıran, "alternatifsizlik" dogmasını reddeden, insanı metalaştıran ilişki biçimlerini dayanışmayla aşmaya çalışan ve nihayetinde insanın kendi emeği üzerinde, kendi yaşamı üzerinde yeniden söz sahibi olabilmesi için verilen varoluşsal bir mücadeledir. Bu devrim, sokaklardan önce gündelik hayatın dokusunda, ilişkilerimizde ve kendi benliğimizde başlayacak olan, sessiz ama köklü bir uyanıştır...

* Bu bir editöryal haberdir.

Önceki Haber İnsan Olma Eylemi...
Sonraki Haber Akla ve medeniyete ihtiyacımız var...
Benzer Haberler
Rastgele Oku