Güllüce Köyü...

Güllüce Köyü...

Cemal AKÇA yazdı...
[email protected]
Fotoğraf  : Cemal AKÇA...

Köy, yüzyılların tanığıydı. Her taşında, her ağacında bir iz saklıydı; kimi zaman bir kahkaha, kimi zaman bir gözyaşı. 1854 yılından beri aynı adı taşıyan bu küçük yerleşim, adını çok daha eski zamanlardan, atların göğe toz kaldırdığı Kimmerlerden almıştı. Ne zaman rüzgâr esse, eski kavimlerin yankısı da onunla birlikte dolanırdı dar sokaklarda...

Köy, Iğdır’a 56 kilometre, Tuzluca’ya ise 22 kilometre uzaklıkta, dağların koynuna saklanmıştı. Bahar geldi mi, ovalardan yukarıya doğru yeşil bir örtü süzülür, dereler yeniden uyanır, çocuklar çıplak ayakla toprağa basar, kadınlar sokak aralarında birbirine mis gibi ekmek uzatırdı...

1886 yılıydı. Karlar çözülmüş, köyde yeni bir mevsim başlamıştı. O günlerde, bu köyde 409 Ermeni yaşardı. Her biri kendi hikâyesinin sahibi, ama aynı toprağın çocuğuydu...

Hovhannes, köyün yaşlı Ermeni'lerindendi. Sakin ve bilge bir adamdı. Her sabah, evinin önündeki taş sıraya oturur, elindeki bastonla toprağı yoklar, “Bu toprak, bizden önce de başkalarını taşımıştı, bizden sonra da taşıyacak,” derdi. Torunlarına harfleri öğretirken, bir yandan da eski taşları gösterir, “Bakın,” derdi, “şurada bir haç vardı bir zamanlar. Zaman kazıdı, ama kökünü silemedi.” Hovhannes’in sesi her zaman yumuşaktı, ama içinde dağ gibi bir sabır taşırdı...

Az ileride, tandırdan yeni çıkmış ekmeklerin kokusu yükselirken, Berfo elindeki ot sepetini sırtına vurmuş, hayvanları sağmak için ahıra doğru yürürdü. Kürt bir kadındı. Gözleri dağ kadar duru, gülüşü toprak kadar sıcak. Annesinden öğrendiği dengbêjlik geleneğini bazen gece ateş başında dillendirir, gençler etrafına toplanıp susardı. Berfo, “Köy dediğin, dillerin kardeşliğiyle yaşar,” derdi hep. Ne zaman yeni bir göç haberi gelse, içli sesiyle dağlara doğru bir ağıt bırakırdı...

Bir de Ferhat vardı, Azeri bir demirci. Körüğünü çekti mi tüm köy uyanırdı. “Ateşi terbiye etmeden ekmek çıkmaz,” derdi. Güler yüzlü, cömertti. Hangi evde düğün olsa, elinde semaveriyle önce o giderdi. Türküler söyler, “Her milletin dili var ama insanlığın sesi birdir,” diye eklerdi. Kimi zaman Hovhannes’le satranç oynar, kimi zaman Berfo’nun söylediği ezgilere tarıyla eşlik ederdi...

Bu üç insan, üç ayrı kökten, ama aynı göğün altında birlikte yaşadılar yıllarca. Aralarındaki bağ, ne yalnızca komşuluktu ne de alışveriş. Daha derindi. Paylaşılan bir çorba kâsesi kadar sade, aynı hüzne sessizce eğilen başlar kadar gerçekti...

Zaman geçti, köy değişti. Göçler oldu, yollar başka yerlere kıvrıldı. Ama köyün taş duvarları hâlâ Hovhannes’in baston sesini, Befo’nun türküsünü, Ferhat’ın örs vuruşlarını hatırlıyor. Çünkü her biri, bu toprağın hafızasında silinmeyen bir iz bıraktı...

Ve şimdi, rüzgâr o izlerin üstünden geçerken sanki fısıldar: “Burada bir zamanlar, üç yürek yan yana atardı…”

Ne yazık ki şimdi iki yürek bile yan yana değil...

Cemal T.Akça
27 Mayıs 2025
Tuzluca...

Sonraki Haber AĞABEY LEYLEĞİ -1
Benzer Haberler

Ağabey Leyleyi - 2

Cennetin Anahtarı...

Rastgele Oku