Cemal AKÇA yazdı...
Fotoğraf : İrfan Erdoğan…
Bazı anlar vardır ki insan, ruhunun ağırlığını başka türlü taşıyamaz. O an, eline bir kalem alır ya da bir klavyenin başına geçer; ne sözcükleri seçebilir ne de duygularını bastırabilir. Yazmak, bir mecburiyet hâline gelir. İşte ben de bu satırları, içimde taşıyamadığım bir sızıdan dolayı yazıyorum. Bugün…Belki de hayatımın en tuhaf, en dokunaklı günlerinden biriydi...
Son yıllarda, giderek artan bir şekilde yaşlı bakım evlerinden gelen telefonlar oluyor. Genelde sebep aynı: vesikalık fotoğraf çektirmek istiyorlar. Telefonda genellikle bir aile ferdi konuşur, randevu alır. Hepsi aynı şeyi söyler: “Kimlik süresi dolmuş.” Ama asıl gerçeği dün öğrendim… Kimlik değil, miras paylaşımı. Acı gerçek bu: Fotoğraf, ölmeden önceki son evraklardan biri olarak görülüyor...
Dün de yine bir bakım evinden gelen çağrıyla yola koyuldum. Vesikalık çekimi için gittiğim yer, yaşlılıkla birlikte unutulmuş hayatların sakince eridiği bir binaydı. Alışık olduğum bir prosedürdü; resepsiyona adını ve oda numarasını verdim. Yaşlı gönüllü bir görevli eli ayağına dolanarak yanıma geldi. Heyecanlıydı ama içten bir yardımseverliği vardı. “Ben gönüllü olarak yardım ediyorum,” dedi. “Bu işlerden pek anlamam ama sesleneyim, size yardımcı olur.”
Sonra genç bir kadın geldi ve beni odaya götürdü. İçeride iki siyahi kadın, yaşlı bir hanımı fotoğraf çekimi için hazırlamakla meşguldü. Kadının yüzü, şaşırtıcı bir şekilde pürüzsüz ve gençti; sanki zaman, ona belli bir yerde durmayı teklif etmişti. Ama yataktaydı, yatalaktı...
Beni görünce başını çevirdi, gözleri ışıldadı ve net bir ses tonuyla gülümsedi:
“Hoş geldiniz yakışıklı…”
İrkildim.Refleksle arkamı kontrol ettim, sanki odada başka biri daha varmış gibi. Hafifçe gülümsedi...
“Bunlar beni zorla fotoğraf çektiriyor en kötü günümde. Kusura bakma, seni ayakta karşılayamıyorum,” dedi...
Gözleri gözlerime takıldı. Uzun uzun, sanki yıllardır görmeyi beklediği birini bulmuş gibi baktı. Sonra eliyle işaret etti: “Gel…”
Yaklaştım. Kulağıma eğildi. Nefesi hafifti ama sesi netti:
“Hatırladın mı aşkım… Hani Hitler, Den Haag merkezini bombaladığında; biz seninle komünist Rode komşunun kömürlüğüne saklanmıştık. Orada, o karanlıkta beni ilk kez öpmüştün…” Gözleri doldu...
“Yıllarca seni bekledim. Ama sen çok geç geldin be aşkım… Geç de olsa geldin ya, iyi ki geldin. Bu kızlar var ya… Senin karşına beni bu hâlde çıkardılar, kusura bakma…”
Sonra boynuma sarıldı, ağlamaya başladı. Yüzümden öptü. Dudakları dudaklarıma yaklaşırken irkildim; o an, içeri giren genç kadın hızlıca müdahale etti...
“Anne! Ne yapıyorsun!” diyerek beni kadının kollarından çekip aldı...
Orada bir süre kalakaldım. Kameram elimde, aklım bin bir yerde. O anın gerçekliğine tutunmakta zorlandım. Yine de birkaç kare çektim… Zorla. Sonra vedalaşıp arabaya bindim. Ellerim direksiyonu tutarken, başımı yavaşça dayadım...
Ve ağladım. Hüngür hüngür, (halk dilinde öküz gibi böğüre böğüre)bastıra bastıra…
Bir kadının hatıralarında yaşayan bir aşk hikâyesine, bir ulusun acısına, bir neslin travmasına tanıklık etmiştim.
Kendime sormaktan alamadım:
Bu kadar acı yaşamış bir ulus.Nasıl olur da 80 yıl sonra başka bir halkın(Filistin) e daha beterini yaşatır?
İnsanlık, unuttukça yeniden suç işlemeye meyilli. Oysa hatırlamak… bazen bir fotoğraf karesinde, bazen bir fısıltıdaki aşk sözünde saklıdır...