Ortadoğu’nun Kanayan Yarası: İran-İsrail Gerilimi...

Ortadoğu’nun Kanayan Yarası: İran-İsrail Gerilimi...

Birol KESKİN yazdı...

Gecenin koyu lacivertinde, Şiraz’ın portakal bahçelerinin hüznü ile Tel Aviv’in ışıklı kulelerinin gerginliği arasında, görünmez bir ip geriliyor. Bu ip, tarihin katmanlarında birikmiş kinle, emperyal hesaplarla ve kırılgan insan hayatlarıyla örülü. İran-İsrail gerilimi, yalnızca füze savunma sistemlerinin soğuk matematiği değil; "insanlığın kolektif hafızasında süregelen bir trajedinin yeni perdesi." Burada, kadim medeniyetlerin beşiğinde, "öteki"nin yaratılmasının siyaseti, uluslararası hukukun sessiz çığlığı ve barışa dair umudun inatçı kıvılcımı iç içe geçiyor...

Tarihin Gölgesinde Vekalet Tiyatrosu:

21. yüzyıl savaşları, maskeli bir tiyatro oyununa dönüştü. Sahne: Ortadoğu. Oyuncular: Bölge halkları. Yönetmenler: Görünmez eldeki küresel güçler. Doğrudan işgalin kanlı sahnesi yerini, "vekalet" adı verilen bir kukla oyununa bıraktı. İsrail’in İran’a yönelik saldırıları, bu karanlık senaryonun bir diyalogu sadece. Perde arkasında, silah sanayisinin çarkları dönüyor; enerji koridorlarında hegemonya oyunları oynanıyor. Her füze, yalnızca bir hedefi vurmuyor; aynı zamanda " Uluslararası Hukuk’un mezarına bir kürek toprak atıyor." Birleşmiş Milletler Şartı’nın 2. Maddesi, 4. Fıkrası – o kutsal "egemenlik ve toprak bütünlüğü" vaadi – bugün, güçlünün keyfiyeti karşısında bir mumya metni gibi müzede sergileniyor. "Meşru müdafaa" kavramı, bir felsefi gerçek olmaktan çıkıp, iktidarın retoriğinde bir bıçak gibi bileyleniyor. Hobbes’un "insan insanın kurdudur" dediği o doğa durumu, devletler nezdinde yeniden hüküm sürüyor...

İnsanın Trajedisi: Rakamların Ardındaki Yüzler:

Bu gerilim, siyasi analizlerin soğuk grafiklerine sığmayan bir insani dramdır. Yaptırımlar, rakamlardan ibaret ekonomik veriler değil; Tahran’da ilaç bulamayan bir kanser hastasının gözlerindeki çaresizliktir. Sınırlarda yükselen alarmlar, İsrail’in kuzeyindeki bir annenin, çocuğunu sığınağa taşırken titreyen elleridir. Bu, Gazze’de açlığın pençesindeki bir çocuğun bakışında, Yemen’de kuraklıktan çatlamış topraklarda, Lübnan’da iflas etmiş bir bakkalın dükkanının tozlu raflarında yankılanan ortak bir çığlıktır.  İnsan hakları evrensel beyannamesi, sanki yalnızca seçilmiş coğrafyalar için yazılmış gibidir. Etik, coğrafyaya göre mi değişir? Vicdan, sınır tanır mı? Bu sorular, bombaların gürültüsünde boğuluyor...

Bölgenin Sessiz Tanıkları ve Rolleri:

Bu yangın, komşu bahçeleri de yakıyor. Türkiye, tarihsel köprülüğü ile bir terazinin ibresi gibi sallanıyor: Bir yanda ekonomik dalgalanmaların tehdidi, diğer yanda arabuluculuk umudu. Irak ve Suriye, henüz kendi yaralarını sarmaya çalışırken, yeni bir vekalet savaşının cephesi olma kâbusuyla titriyor. "Tarafsız" olmak, yıkılmış sokaklarında bir lüks mü? Mısır,  Nil’in kadim bilgeliği ile Süveyş’in stratejik gerçekliği arasında sıkışmış; Gazze’ye açılan kapı, insani bir koridor mu, yoksa siyasi bir koz mu? Körfez’in altın kuleleri bile bu gerilimin gölgesinde sarsılıyor; petro-dolarların güvenliği, İran’la diyaloğun ince ipine bağlı. Ve Ürdün ile Lübnan...

Zaten mülteci yüküyle çökmüş sırtlarına, bir dalga daha vurmak üzere. Her biri, Sophokles’in trajedilerindeki kader korosu gibi, olacakları önceden bilircesine sessiz...

Uluslararası Toplum: Seyirci mi, Aktör mü?

Birleşmiş Milletler, New York’taki o görkemli binada, veto tuzağına düşmüş bir dev gibi. Güvenlik Konseyi’ndeki bir elin hareketi, insani felaketleri durdurabilecek gücü felç ediyor. Avrupa Birliği, bir tarafta insan hakları söylemi, diğer tarafta enerji ihtiyacı ve İsrail ile derin bağlar arasında bölünmüş bir Jekyll ve Hyde. Normların çöküşünde, Kant’ın "Ebedi Barış" ütopyası giderek soluklaşıyor. Uluslararası Adalet Divanı’nın kararları, gücün duvarına çarpan kağıttan uçaklar gibi yere düşüyor...

Barışa Giden Yol:
  
Çözüm, yalnızca diplomatik masalardan değil; insanlığın kolektif bilincinden filizlenebilir. Doha veya Cenevre’deki görüşmeler, yalnızca haritalar üzerinde çizilen çizgiler değil; karşılıklı tanıma ve insanlık onuru temelinde bir diyalog olmalı...

Nietzsche’nin "düşmanına da borçlusun" sözünün derinliğini anlamak gerek: Öteki, yok edilmesi gereken bir tehdit değil; varoluşun aynasıdır. Bölgesel işbirliği – su, enerji, gıda – Hegel’in tininin diyalektiğinde olduğu gibi, çatışmayı aşan bir sentez yaratabilir. Silah ticaretinin zincirlerini kırmak, Aiskhylos’un zincire vurulmuş Prometheus’unu özgürleştirmek gibi bir devrimdir...

Son Söz: Düşmanlığın Ötesinde İnsanlık:
İran-İsrail gerilimi, Ortadoğu’nun kalbinde kanayan bir yara. Ama bu yara, aynı zamanda bir uyanış çağrısı. Gerçek kahramanlık, düşmanı toprağa sermekte değil; düşmanlık fikrini zihnimizden ve siyasetimizden söküp atmaktadır. Martin Buber’in "Ben-Sen" ilişkisinde olduğu gibi, ötekini nesneleştirmeden, onun "yüzünde" insanlığı görmektir barış. Savaşın gürültüsünde, "Nâzım Hikmet’in dizeleri yankılansın:" 
"Ve biz topraktan öğrenip/ kitapsız bilenlerizdir."

Toprak, bize ne öğretir? Belki de şunu: Ölüm ekerken kin, insanlığı biçersin. Barış ise, en kadim tohumdur; sabırla, diyalogla, adaletle yeşertmek gerekir...

Uluslararası toplumun görevi, bu kadim topraklara, barış tohumunu ekmek için cesaretle tırmık vurmaktır...

Önceki Haber "En Kötü Barış, En Haklı Savaştan Daha İyidir"
Sonraki Haber Kurucu Anayasa: Gerçekçi Bir Dönüşüm mü, Yoksa Mevcut İktidarın Meşruiyet Arayışı mı?
Benzer Haberler
Rastgele Oku