SEZAİ SARIOĞLU,Sırrı Süreyya ÖNDER'in ardından yazdı...
Sevgili Sırrı…
Mektubuma başlamadan önce, evvela mahsus selam eder hatırlı hatıralarımızın ellerine şiirler, alıntılar, türküler ve mecazlar dökerim. Beni/bizi sorarsan, “Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe” dizeleriyle özetlemek mümkün. Zorun sıratında, siyasi tansiyonlarımızın tavan yaptığı, tarihen ve siyaseten “bütün mümkünlerin kıyısında” yaşadığımız şu günlerde, Çağlayan kırsalında hastane ziyaretine gide-gele“ilk gözyaşının tarihini bulduğumu” itiraf etmeliyim...
Kıymetli Sırrı…
“Son çıkan kapıyı sıkı çeksin!/ Ordular ve savaşlar içeri girmesin”
Daha başında, doğası netameli olan Barış meselesine dair gıyabında yüzüne karşı beyan etmek isterim: Taraflar arasındaki “temsili demokrasi ve diplomasi” ile halklar arasındaki “doğrudan diplomasinin” dengesini kuramayan, “Barış Elçisi” olduğun “açıklık” ilkesini ihmal eden süreci desteklesem de “biçim” ve “şekil şartlı” itibarıyla esastan eleştirilerim olduğunu söylemezsem arkadaşlığımıza halel gelir. Yerel-evrensel dinamiklerin kuşatmasında, taktik ve stratejik “hilelerle” de ilerleyen bu sürecin, öncekinden ders çıkarılarak eleştirilmesi ihtiyaçken, delilsiz analizler, niyet okuyan imalı yazılar, çok bilmiş şımarık cevaplar, “kavramsal” ve “analitik” çemkirmelerin hedefinde olduğundan “taraftarı” değil “tarafın” olduğumu bilmeni isterim. Memleket, doğruları yanlış söyleyen solcularla dolu...
Derviş Sırrı…
Bırakalım hapishanelerde bedel ödemeyi, hayatlarında gözaltına alınmamış, apartman yöneticisiyle, zabıtayla bile karşı karşıya gelmemiş olanların, seni hedef tahtasına koymalarının “sırrını” çözebilmiş değilim. Senin tarihsel ve siyasal dertleri, izahi-mizahi cümlelerle dillendirdiklerini taammüden anlamamakta ısrar edip kendilerini “cevap anahtarı” zannetmeleri trajikomik. Marx’ın mührünün kendilerinde olduğunu sanan, sözcükleri, kavramları ve yaşam tarzları “evcilleşmiş” olduğu halde “Devrimci taklidi” yapanlara sen kulak asmasan da belli ki kalbin asıyor. Esastan ve usülden eleştiri yerine konformizmin mazgallarından seni yaylım ateşinetutup “küfrü” yeğleyen, “Kürt” ve “Barış” sözcüğünü duyduklarında dilleri diken diken olanlara Cemal Süreya’nın “Senin kahkahanın boğumunda, söz temiz değil” dizesinden çoğalttığım cümle cevap olsun: Onların cümlelerinin ve kahkahalarının boğumundaki sözler temiz değil!
Sen hastanede ölümle köşe kapmaca oynarken, bu hadsiz-hesapsız salvoların, hızı kesilse de “parça tesirli” olarak sürdüğünü bilmeni isterim. Bu zihniyet haritasına rağmen, seni seven bizim/bijim mahallenin çocukları olarak, “Ölüm ve savaş zamanını doldurduysa boyundan büyük işler yapma sırası şimdi Barış’ta” dedikten sonra, “Savaş kaç, barış ve özgürlük tut!” sloganını pencerenin karşısındaki duvara yazmayı ihmal etmiyoruz...
Nâkil Sırrı…
Eski zamanlarda hafızayı oradan oraya taşıyanlara “nâkil” dendiğini bilirsin. Alamet-i farikan olan hikâye diliyle nakledeyim: Derler ki bir yumurta akı fazla katılırsa Horasan Harcı tutmazmış. Hem metafor hem hakikat olarak söylemek gerekirse, Barış mücadelesi Horasan Harcı’na benzer; bir sözcük fazla kullanılırsa, halklar ve haklar birbirlerine yanlış iliklenirse Barış Harcı da tutmaz. Elini, kalbini ve ömrünü, bedenini Barış Taşı’nın altına koyduğun için sana devlet olanlara cevaben Arif Damar’ın şu dizelerini pencerenin karşısına pankart olarak asmak isterim:
“Hissen yok bu akşamda senin/ sen öğleden beri/ bu renk renk/ bu çeşit çeşit söylenen şarkının/ artık haricindesin.”
Ceplerinde devletle gezip, ayaklarını devletlerine göre uzatanların senin serencamında ve bizim muhabbetimizde hisseleri yok ki kıymetleri olsun…
Soldaş Sırrı…
Tüm kara propagandalara rağmen orta sahada top çeviren “tribün futbolcusu” olmaya özenmediğini, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ların idamını önlemek için imza toplayan Metin Oktay gibi, “ceza sahasına” girmeyi göze ve söze alan SOLaçık olmak herkesin harcı değil. Kapsama alanına girdiğim için özür yerine şiir şifa dileyip söyleyeyim: Gençliğini önüne bakarak geçirdiği rivayet edilen Şeyh Galip’ten çoğaltarak söylersem; ömrünü uzaklara, devrime ve Barış’a bakarak geçirdiğin için teşekkürü dilimin ve kalbimin sana borcunu ödemek olarak kabul et. Çocukluğundan itibaren içinde şekillendiğin, neredeyse her mesleğe çırak durduğun yaşam maceranı düşününce, Lenin’in nasiplendiği Plehanov’un “Tarihte Bireyin Rolü” kitabı geliyor aklıma. Siyasete ve hayatlarımıza, “tek boyutlu birey”in tersi “çok boyutlu sosyalist birey” olarak girmenden ziyadesiyle memnun olduğumuzu bilmezlikten gelme...
Sinemasal Sırrı…
Özgür ve özgül ağırlığı olan senin bendeki ve siyasetteki izdüşümünü düşündükçe, eskilerin “kumaşı iyi” cümlesi geliyor aklıma. Kucakladığımızda Ömürilik’lerine kadar içini hissettiklerimizden olduğunakalbimi basarım. Sahicilik yitiminin ve anlam krizinin hayatlarımızı kuşattığı günlerde, “Barış” dâhil, sözcükleri üstüne-başına ve diline yakıştıran, aklıyla kalbini, sanat ile siyaseti yanlış iliklemeyen “sahici” biri olman kıymetli. Siyasette görünür olduğundan beri “Keşke siyasete girmeyip film çekmeye devam etseydi!” cümlesinin “Sinemanın Nâzım Hikmet’i” Yılmaz Güney için de kurulduğu malum. Belki de sorun, siyasete sanat, sanata siyaset aşısı yapmayı üstlenerek, devrimin eline sanat, sanatın eline şiir dökmek marifetidir. Bu bahiste bir cümle daha kurmama müsaade et: Sadece “Barış” ile anılıyor olmana iki, üç daha fazla itiraz ediyorum. “Bin dereden bir kendini getirerek” seni sen yapan, kaideyi bozan istisna bir sosyalist ve ezber bozan “aydın” olmandır…
Barışbaz Sırrı…
“Ben sana bakıp dilimi düzeltirdim/Sen bana bakıp yüreğini toplardın” (Yıldırım Türker)
Yerel ve evrensel tecrübeler, dağa çıkmanın kolay, savaşılan güce benzemeden dağdan inmenin zor olduğunu söylüyor. Takımla veya takımdan ayrı düz/düş koşu yaparken kalbinin değil dilin sürçtüğünde amacı ve mecazı aşan cümlelerin için dili kirletmeden yapılan eleştirileri sana olan sevginin ve Barış’a verilen değerin kıymetine say.Madem ki dertleşiyoruz, zihin haritaları mutlak doğrularla bezeli olanlar duysun diye söylüyorum: Barış mücadelesinin teoride ve pratikte sıfır hata ile yürütüldüğü görülmemiştir; dağda kazanan masada, masada kazananın hayatta ve parlamentoda kaybetmesi ihtimal dahilindedir...
Meselenin sağlamasını yapman için meseleyi “Kürt Gailesi” olarak özetleyen Can Yücel’in “Tekerlenmemek İçin Tekerleme” şiirinden birkaç dizeyi mektubun fiyakası olarak bir köşeye iliştireyim:
“Komşu, komşu, huu?/ – Huuu!/ Işığı kapadın mı?/ – Kapadım./ (…) Camı açtın mı?/ – Açtım./ Aydınlığa ses verdin mi?/ – Verdim./ (…) Sokağa çıktın mı?/ – Çıktım./ (…) Demokrasi diye haykırdın mı?/ – Haykırdım./ Ne getirecek diye?/ – Özgürlük./ Kime kime?/ – Hepimize./ Daha kime?/ – Güneydoğu’ya./ Ne getirecek ki?/ – Barış, barış./ Güneydoğu nerde?/ – Dağa çıktı/ Dağ nerde?/ – Cumhuriyetin içinde./ Yangın söndü mü ki?/ – Sönecek.”
Türkübaz Sırrı…
“Derman aradım derdime, derdim bana derman imiş/ Bûrhan (delil) sorardım aslıma, aslım bana bûrhan (delil) imiş// Sağ u solu gözler idim, ben dost yüzün görsem deyû/ Ben taşrada arar iken ol can içinde can imiş” (Niyazi Mısrî)
Hastaneye gidip geldikçe, “Hastane önünde incir ağacı, doktor bulamadı derde ilacı” türküsü geliyor aklıma… Bununla kalsa iyi, “yıkıntılarımızdaki incir ağaçları” ve “her yakın zulmün küçük hisseli uzak ortakları” dizeleri belleğimden uçup dilimin ucuna konuyor. Orada devlet ekabirlerini gördükçe, daha önce başına örülen çoraplar, “Tedbir getirmenin!” şart olduğunu düşündürüyor bana. Hâl böyle olunca tuz-ekmek dostun Osman’ın (Akınhay) seninle ilgili yazısından bir bölümü mektubun bir köşesine iliştireyim: “Bakmayın şimdi hastane kapısında kuyruk olan devlet ricaline; onların şifa dilekleri etiyle kemiğiyle, görüşüyle gülüşüyle Sırrı Süreyya Önder’in şahsına değil, devlet onayıyla ve reel siyaset hesaplarıyla sürdürülmeye çalışılan birtakım görüşmeleredir. Yoksa her şeyin bir parmak hareketine bağlı olduğunu; bugün ‘icazetli’ hastane ziyaretçilerinin yarın rüzgâr tersten estiğinde gölgelerinin bile yok olacağını; ‘el sıkışılan devlet kapısı’yla ‘hapishane kapısı’ arasında ipince bir çizgi olduğunu bizzat kendi hayatıyla test etmiş kişilerin en başında gelenlerdendir bizim Sırrı.”
Kelimebaz Sırrı…
“Vagonlar gibi geçiyor kelimeler. Ve yalnız geçişlerini seyrediyorsun. Kimler var içinde? Umurunda değil. Kelimenin dile getirdiği trajedi, kelimenin yarattığı dünya. Çelik çomak oynar gibi konuşuyorsunuz, pinpon oynar gibi, aşık atar gibi konuşuyorsunuz.” (Cemil Meriç)
Mektubun burasında aklıma Hrant’ın gelmesi ikinizin, sözcüklerle ve iyilikle karşı tarafı ikna edenlerden olmasıyla ilgili olabilir. “Barış” diyenlerin boğazlarına güvercin tıkıldığı ülkede bu sözcük kullanıla kullanıla cins isim haline getirildiği halde hâlâ iltifata tabiyse bir hikmeti olmalı. İtiraf edelim; bilmediğimiz bir şeydir Barış. Başımızı güzel belalara sokan, “Devrim” ve “Sosyalizm” dâhil, kimse “Barış”, “özgürlük”, “eşitlik” ve “adalet” sözcüklerinin içini açıp içinde ne tür acılar, ölümler, yaralar olduğuna bakmadan ezbere konuşuyor...
Ben okuduklarımın yalancısıyım; Roma’da rüyalar bile düz yolda geçermiş. Binbir acıya kiracı bu coğrafyada aşk, devrim ve barış dahil her şey yokuş. Dahası, devrimciliğin ve Barış heveskârlığının iki üç daha fazla engelli koşu olduğunu biliyoruz. Barış maratonunu yüksünmeden en hızlısı ve en hazlısı olarak koşmanı, “Barış kamikazesi” olmak nitelememi mecaza sayma. Halisane bir niyetle söylüyorum: “Yara gömleğinin” yanı sıra “Barış Gömleğini” giymene imrenmiyorsam beni şiirler çarpsın…
Nâzım Hikmet’in kuzeni Oktay Rifat’ın, Barış taklidi yaparak savaş çığırtkanlığı yapanlara, hicveden “Ben Maksada Bakarım” şiirini gıyabında yüzüne karşı okumak isterim:
“Madem ki maksat barış/ Yurtta barış Cihanda barış/ Salla gitsin atom bombasını/ Mister Fisfis/ İnsan dediğin nedir/ Abur cubur/ Olsa da olur/ Olmasa da olur/ Maksat barış/ Yurtta barış cihanda barış/ Kendi savaş/ Adı barış/ Ama yanarmış yıkılırmış./ Boş ver/ Maksat barış.”
Düşbaz Sırrı…
“Bozkırın tezenesi” Neşet Ertaş “Sevda sırınan olur” demişse, bize “Barış Sırrı’nan olur” demek düşer. (Şeyh Galip) “Sır şahtır, ona ihtimam et” demişse bize, “Sırrı kıymettir ihtimam et” demek düşer. Sen, “Biz Veli’nin (Saçılık) sağ koluyuz” demiş, o da sana “Biz Sırrı’nın kalbiyiz” demişse, bize cümleleri duvarlara yazmak, slogan olarak atmak düşer. Kalbinin ve halkların anahtarlarını kaybetmeyen biri olarak sen, “Ben ağaçların da vekiliyim” demişsen, bize “bir ağaç gibi tek ve hür bir orman gibi kardeşçe” diyerek pencerenin önünde korsan koymak düşer...
Arkadaşlarından Osman Akınhay’ın senin için yazdığı yazıdan bir bölüm misafirimiz olsun: “Dün Kuşadası’nda, bir yakın dostumun şahsi birikimleriyle kültür-sanat vakfı binası olmak üzere tadilat yaptırdığı inşaatına uğradım. İnşaatta Kürt işçiler ve ustalar çalışıyordu. Söz Sırrı’nın sağlık durumuna geldi. Üstümdeki soluk yeşil gömleğin Sırrı’nın yıllar önce bana hediye ettiği gömlek olduğunu söyledim. Konuştuğumuz işçinin gözleri parladı. Uzandı, gömleğin kıvrık kolunun ucundan öptü. ‘Hepimiz onun iyileşmesini bekliyoruz’ dedi. (…) Lafı uzatmadan, son cümlem kem söz sahiplerine gelsin: Değişik görüşte olsun karşıt görüşte olsun, ülke içinde olsun dışında olsun, bedel ödemiş olsun ödememiş olsun, ömrünüzün bir vaktinde sizden bahsedildiğinde sizin namınıza bir gömleğin kıvrık kolunu kaç işçi öper? Var ol, sağ ol, Sırrı. Dön gel aramıza, bekliyoruz.”
Ölümsüz Sırrı…
Mektubun burasında ölüm haberini alınca kalakaldım...
Günlerdir, doktorların, “Bir mucizenin peşine düştük” cümlesine sarıldığımız umut yerini çıplak gerçeğe bıraktı. Günlerdir, Can Yücel’in “İnsanım ben ve tanığım/ Kendim olan o tansığa” dizeleriyle avunmamız bitti. Duyasın diye kendime söylemeyi tasarladığım; “Halklara geri dönmen için bir ‘tansık’ bekliyoruz”, cümlem de boşa düştü. “Mektubuma son verirken Sosyalizm’in, halkların ve Barış’ın seni göresi geldi, Tiroj ve Dilop karıncaları olarak diyoruz ki: ‘Barış dersek çık’ cümlemiz de yetim ve öksüz kaldı…
Senden emanet olan rivayet diliyle bitirmek isterim: Derler ki, her harf için ayrı nefes alıp ayrı nefes verdiği için hattatlar uzun ömürlü olurlarmış. Geride kalanların olarak artık biz, senin alamayacağın nefesleri alarak, okuyamayacağın kitapları okuyarak, sevemeyeceğin torunları severek, kaybının yasını tutarak kalan ömürlerimizi tamamlayacağız...
Ölüm denen hakikatin en eski arkadaşımız olduğunun bilinciyle söylersem; ömür denen mecra ve macerada bazı insanlar toz bazıları iz bırakırmış ama aslolan iz bırakmakmış. Barış mücadelesi dahil bıraktığın izleri itinayla süreceğimizi bilmeni isteriz...
Toprağın Barış, Devrim ve Sosyalizm...
Seninle hep övündük, gayrı toprak da övünsün...
NOT : Bu yazı Dilop Dergisi’nden alınmıştır…