Cemal AKÇA yazdı...
Dostlar, çok üzgünüm. Kofi bana küsmüş. Hani o kocaman kalpli, kocaman kafalı, kocaman laflı Afrikalı var ya… İşte o!
İki kez aradım, açmadı telefonu. Sonra kısa bir mesaj yazmış. Mesaj kısa ama içeriği uzun; bildiğin manifesto! Diyor ki:
“Dana dargınım. Sosyal medyadan seni takip ediyorum. Sen pasifleşmişsin. Çiçek böceklere, yapraklara fazla zaman ayırıyorsun. Son konuşmamızda da sürekli yorgun olduğunu tekrarlayıp durdun. Beni hayal kırıklığına uğrattın. Müsait olunca ararım.”
Düşündüm, taşındım. Ama aklıma takıldı: Yahu bu adam sosyal medya kullanmaz ki! Hem biz sosyal medyadan değil, kahve muhabbetinden dostuz. Ama işte, yazdıkları dolaylı değil, düpedüz beni “pasifleştin” diye suçluyordu...
İçime oturdu. Akşam boyu düşündüm. Zor da olsa, bir parça haklı olduğunu kabul ettim. Ama sonra kendi kendime dedim ki:
“Tamam, haklı olabilir… ama bunu Kofi’ye asla söylemem!”
Ertesi gün işteyim. Her telefon zırıltısına bakıyorum: “Acaba Kofi mi?”
Mesaj sesi geliyor, anında fırlıyorum: “Kofi’den mi?”
Karanlık odadayım, film yıkıyorum, bip sesi geliyor. Kimya şişesini bırakıp dışarı çıkıyorum. Bir bakıyorum… kargo mesajı...
Nihayet, biraz önce aradı. Telefonu açtım.
-Kofi: “İyi akşamlar Sayın Akça.”
-Ben (içimden): “Vay canına! Adam resmi tören açılışı gibi konuşuyor.”
-Ben (yüksek sesle): “İyi akşamlar dostum, nasılsın? Hâlâ dost muyuz yoksa beni kara listeye mi aldın?”
-Kofi: “Tabii ki dostuz. Ama bir küçük ara gerekiyordu.”
O an derin bir nefes aldım. İçimden “Oh, iptal edilen dostluk vizem tekrar onaylandı” dedim...
Kısa bir sessizlikten sonra devam etti:
-Kofi: “O zaman geçen sefer yarım kalan sözümü bitireyim. Sonra yeni gelişmelere geçeriz. Şarabımı dolduruyorum, sen de rakını doldur. Bu akşam uzun bir sohbet edeceğiz.”
İçimden sevindim: “Oh be, barıştık!”
Ama sonra hemen kaygı: “Eyvah, ya sohbet çok uzarsa? Yarın çalışıyorum. Kurs hazırlığı var. Adam durmuyor, tarih, siyaset, Afrika, Asya, her kıtadan bahsediyor.”
Tam bunları düşünürken Kofi bardağını kaldırdı:
-Kofi: “Şerefe dostum!”
-Ben: “Şerefe dostum, seni dinliyorum.” (Ama aslında içimden “Lütfen kısa olsun…” diye dua ediyorum.)
Ve başladı:
-Kofi: “Geçen sefer Google’a bak dedim. Meclis kararı olmadan Kore’ye gönderilen askerler… İsmet İnönü’ye verilen Meclis yasağı… CHP’nin mal varlığına el koyma meselesi… Neyse, şimdi gelelim bu haftanın gündemine.”
-Ben: “Dur bir nefes al dostum. Şu rakımı tazelemem lazım. Devam et, kulağım sende.”
Ve tabii başladı Nepal meselesi.
-Kofi: “Gördün mü Türkiye’deki eylemleri? Özellikle Nepal’dakileri?”
-Ben: “Televizyonu pek açmıyorum dostum. Gazetelerden arada bakıyorum.”
-Kofi: “Üzdün beni dostum. Türkiye’deki adaletsizliklerin, hırsızlıkların binde biri Nepal’de olunca hükümeti düşürdüler. Ama Türkiye, bir asır önce emperyalizme meydan okuyan tecrübeli bir ülkeydi. Son çeyrek asırdır kış uykusundan uyanamadı. Umarım Nepal gençlerinden ders alırlar.”
Tabii bu esnada Kofi’ye beş defa telefon geldi. Her seferinde beni beklemeye aldı. Ben de düşündüm: “İşte fırsat bu fırsat! Çıkış kapısı göründü.”
Hemen araya girdim:
-Ben: “Kofi, seni meşgul etmeyeyim. Yarın görüşürüz dostum.”
-Kofi: “Peki dostum. Şimdilik burada keselim.”
Ve böylece konuşmayı dostça, zararsız, tatlıya bağlayarak bitirdik...
Ama içinizden biri bana hâlâ şunu soracaktır: “Dostum, rakını tazeledin mi?”
Cevabım şu: “Dostum, ben o akşam rakıdan çok sabır tazeledim!”







