Cemal AKÇA yazdı...
Fotoğraf : Cemal AKÇA…
Baba ocağını, çocukluğumun taş avlulu evini, ninemin dizinin dibinde dinlediğim masalları geride bırakalı yıllar oldu.Bir sabah vakti arkama bakmadan çıktım yola.Küçük bir köyden çıkıp büyük bir şehre, oradan da başka bir ülkeye uzandım...
Şehirler büyüdü, ben küçüldüm.
Diller değişti, yüzler yabancılaştı ama içimde bir yer, nedense hep aynı kaldı...
Zamanla alışırım sanmıştım.
Yabancı kaldırımlar, rüzgârsız pencereler, telaşlı sabahlar derken… Kendime yeni bir hayat kurduğuma inanmak istedim...
Ama geceler…
İşte o geceler.İçimde ne olduğunu tarif edemediğim bir sis var.Ne yapsam geçmiyor.Sanki ruhumun en derinlerinde bir taş yerinden oynuyor ama nereye yuvarlandığını bilmiyorum...
Ve bir gece…
Uykuyla uyanıklık arasında bir yerde, rüyamda ninem karşıma çıktı.
Tıpkı hatırladığım gibi.Atının üzerinde dimdik oturuyordu.Kuşağında tabancası, başında kofisi.Kırmızı ipekten yapılmış, altın sarısı ipliklerle dokunmuş, ucunda hafifçe salınan süsleriyle o eski kofi…
Gözlerinde hep taşıdığı o uzak, buğulu bakış.
Köydeki, evimizin avlusunda durmuş, bana bakıyordu.Sesi rüzgâr gibi hafif ama içimi delen bir netlikteydi : “Du ch’es karogh mejk’d shrjel lerrany, vordis.” Hemen peşinden : “Dağa sırt dönülmez, oğul…”
Uyandığımda kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi.Ter içindeydim.
Bu cümleyi daha önce hiç duymamıştım.
Türkçe değil.Azerice değil.Kurmanci de değildi.Farklıydı… Derin, kadim bir yerden gelmiş gibiydi...
Günlerce düşündüm.O söz zihnimde dönüp durdu: Hangi dağ? Ona neden sırt dönülmez?
Ve ninemin bana anlattığı masallar geçti aklımdan...
Sobanın çıtırtısına karışan sesi.Ağrı Dağı…
Nuh’un Gemisi.Ferhat ile Şirin.Kar, sessizlik ve geceyi yaran sıcak bir çayın buğusunda görünüp kaybolan hayaller…
Artık anlamıştım.Bu bir çağrıydı.Geçmişten değil yalnızca, içimde yarım kalan bir hikâyeden gelen bir çağrı...
Fotoğraf makinemi çantama yerleştirip hiç düşünmeden yola koyuldum.Yollar uzadıkça içimdeki sessizlik kımıldamaya başladı.
Sınırları geçtim, şehirleri aştım…
Ovaya yaklaştıkça, çocukluğumun kokusu burnuma vurdu.Ekmek kokusu.Toprak kokusu.Taşların aralarındaki yabani nane kokusu…
Köye vardığımda ilk iş ninemin mezarına gitmek oldu.Ellerimle toprağını okşadım.
Usulca fısıldadım :“Geldim, nine. Dediğin gibi, dağa sırt dönülmezmiş.”
Sonra yürümeye başladım : Eski köy yollarından, çocukluğumda koşuşturduğum patikalardan, ninemin masallarını dinlediğim yerlerden.Ama nereye gitsem, hangi yöne baksam, karşıma çıkıyordu Ağrı Dağı. Hangi yöne gitsem.Uykumda bile peşimi bırakmıyordu...
Gölgesi büyüdükçe ben küçülüyordum sanki.
Ve o an fark ettim.Ben bu topraklarda doğmuştum ama hep batıya yürümüştüm...
Güneş ışınlarının ilk değdiği topraklara, o kızıl uyanışa hiç yüzümü dönmemiştim.
Bilinçli miydi bu yöneliş, yoksa farkında olmadan mı.Bilmiyorum...
Ama içimde hep bir korku vardı.
Eğer dönersem.Kendi gerçeğimle karşılaşacağımı hissediyordum.
O yüzden kaçıyordum.Dağdan değil…
Kendimden...
Ağrı Dağı, ninemin masallarında sadece bir dağ değildi.Bir simgeydi.Bir gölgeydi.
Yıllardır bastırdığım ne varsa, üzerime çöken o gölgedeydi.Dedemin suskunluğu, babamın yarım kalan cümleleri, ninemin yarıda kesilen hikâyeleri.Ve en çok da kendi korkularım…
Ah ninem.Sen bana sadece masal anlatmadın. Masallarınla nasıl bakmam gerektiğini de, görünenin arkasındaki görünmezi görebilmeyi de öğrettin...
Sobanın çıtırtısıyla harmanladığın Ferhat ile Şirin’i hiç unutmadım.Bir gece, bir şeyleri arar gibi mırıldanmıştın : Her gün ağlarım, gülemem,akan gözyaşlarım silemem,
Göynümün sultanı sensin,
Senden başkasını sevemem…
Sonra başımı okşayıp fısıldamıştın.
Ferhat dağları delerken,
Yürek kanar, dil söylerken,
Şirin bir yudum su ister,
Aşk, susuzluktur severken…
İşte o an anlamıştım.Aşk, sabırdır.Aşk, yandıkça büyüyen bir ışıktır.Ve bazen, en büyük aşk.Kendine doğru atılan bir adımdır...
Bir sabah, ninemin rüyamdaki sözü yeniden yankılandı içimde.“Dağa sırt dönülmez oğul…”
Bu kez gerçekten döndüm yüzümü Ağrı Dağı’na.Göz göze geldik.Ve her adımda biraz daha ağırlaştı kalbim.Çünkü o dağın gölgesinde saklı olan her şey bana aitti.
Ve ben artık kaçmıyordum...
Oturup saatlerce ona baktım.
Sessizdi.Ama sustukça daha çok şey anlattı bana.Meğer dağlar birer ayna imiş.
İçine bakarsan.Seni sana gösterirmiş...
Çocukken seninle çıktığımız Pişik kayasını hatırladım, nine.Sırtını rüzgâra vermiş, gözlerini ufka dikmiş bir hâlde durmuş, parmağınla uzaktaki vadileri işaret etmiştin.
Ve orada, gözlerinde başka bir zamanın buğusu belirerek şöyle demiştin.
“Bak, buradan dağ başka görünür.”
Sonra başını çevirmiş, Erivan’ın bulunduğu yöne bakıp fısıldamıştın.“Bak bak, o karlı dağ var ya.Argatsont, Erivan’ın biraz yukarısında. İşte buradan baktığımda, hep beni doğuran Hurkiyan anamın kokusunu hissederim.”
Derken gözünden düşen damlayı silmek için elimi uzattığımda sarıldın bana, hüngür hüngür ağladın ya.Dünyam yıkılmıştı...
Benim Hanım ninem ağlayamazdı. Çınar adlı atının üstünde dimdik duran, sağ eli her an silahına uzanacak, cepheye gidecek hazır vaziyette görmüştüm seni hep.O an duraksamıştın.Sözün devamını getirmemiş, sadece sessizliğe karışmıştın.
Şimdi anlıyorum…
Mesele dağın değişmesi değilmiş.
Mesele, nereden baktığınmış.
Ve bazen.Hangi yükle baktığınmış...
Belki hiçbir zaman zirvesine çıkamayacağım.
Belki Nuh’un Gemisi’ni gözümle göremeyeceğim.Ama artık biliyorum.
O gemiyi yıllardır içimde taşıyormuşum.
Anılarla, vedalarla, söyleyemediklerimle yüklüymüş.Tufan dışarıdan değil, içimden kopmuş...
O akşam köye dönerken hafiflemiştim. Gölge hâlâ vardı.Ama artık korkutmuyordu.
Çünkü ona nasıl bakacağımı öğrenmiştim...
Ve ninemin sesi bir kez daha doldu içime.“İnsan en çok, kendi dağını aşınca büyür,oğul.”
O gece rüyamda Ağrı Dağı yoktu.
Ama Nuh’un Gemisi.Usul usul yüreğimde yüzüyordu...