Birol KESKİN hasret üzerine yazdı…
Gurbet, insanın yalnızca bedenini değil, kalbini de uzaklara savurur. Bu yazı, doğduğumuz topraklardan binlerce kilometre uzakta yaşayan bizlerin, çoğu zaman tarif edemediği ama içten içe bildiği bir duyguyu, özlemi, hasreti konu alıyor. Bazen bir koku, bazen bir türküyle yeniden yüzeye çıkan o derin hissi...
İnsan, bir yere ait olmayı çoğu zaman bulunduğu yerle karıştırır. Oysa gerçek aidiyet, bedenin değil, kalbin bağ kurduğu yerledir...
Bazı yerler vardır ki artık orada yaşamazsın ama o yerler sende yaşamaya devam eder. Bir koku, bir ezgi, bir rüzgârla aniden hatırlarsın; seni geçmişe, anılara, belki de unuttuğun bir yanına götürür...
Hasret, yalnızca uzak olana duyulan özlem değil; bir yerin ya da bir şeyin kalpte bıraktığı derin izdir. Uzakta olduğu için değil, seninle bütünleştiği için kıymetlidir...
Bu, bir tür içsel yolculuktur. Anıları, duyguları ve mekânları kalbinde taşımanın bir yoludur...
Düşün: Kalabalık bir şehirde yürürken burnuna çocukluğunun mahallesinden bir koku gelir. Seni bir anda geçmişe götürür; annenin mutfakta ekmek kızarttığı sabahlara… O an zaman durur, bir köprü kurulur; şimdiyle geçmiş arasında görünmez bir bağ oluşur...
Bir şarkı duyar, unuttuğunu sandığın bir anıyı hatırlarsın. O an anlarsın: Mekân sadece bir yer değil, aynı zamanda bir duygudur. Hafızadır. Kimliğimizin bir parçasıdır...
Türk edebiyatı, hasret temasını derinlemesine işler. Nazım Hikmet’in dizeleri bu duyguyu çok güçlü anlatır:
"Yüzünü görememek dayanılır şey değil.
Memleket de uzak mı uzakta."
Nazım için memleket sadece bir toprak değil, bir kimliktir. Hasret, bireysel olduğu kadar toplumsal bir duygudur...
Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi” şiirinde ayrılık, bir geminin uzaklaşmasıyla anlatılır. Bu yalnızca bir vedayı değil, kalbin taşıdığı bir hüznü de ifade eder...
Tanpınar, Huzur romanında İstanbul’u sadece bir şehir olarak değil, insanın kendi geçmişiyle yüzleştiği bir yer olarak işler. Şehir, bir aynadır; kimliğimizi yansıtır...
Türkülerdeki “gurbet” teması da aynı duyguyu taşır:
"Gurbet elde bir başıma neyleyim / Yâr diyarı dururken buralarda neyleyim?”
Bu dizelerde görüldüğü gibi, kalbin bağlı olduğu yere duyulan özlem, mekândan çok daha fazlasıdır...
Hasret sadece bize özgü bir duygu değildir. Her kültürde farklı biçimlerde yaşanır...
Antik Yunan’da “nostos” (eve dönüş) ve “algia” (acı) kelimelerinden türeyen “nostalji”, Odysseus’un İthaka’ya olan özlemiyle anlatılır. Orada ev, hem bir yer hem de kimliğin merkezidir...
Batı edebiyatında Proust’un "Kayıp Zamanın İzinde" eserinde, küçük bir kekin kokusu geçmişi canlandırır. Hasret, bir koku veya tatla bile ortaya çıkabilir...
Japon kültüründeki “mono no aware” kavramı ise geçici olanın hüzünlü güzelliğine işaret eder. Dökülen kiraz çiçekleri gibi, geçiciliği kabul ederek hissettiğimiz bir hasret duygusu vardır...
Ev, sadece bir yapı değil; anıların, duyguların biriktiği bir yerdir. Solmuş bir yaprak gibi, geçmişi hep yanımızda taşırız...
Bir sokak lambasının ışığı çocukluğu, bir dalganın sesi eski bir yazı hatırlatabilir. Bu anılar bizi geçmişe bağlar, kimliğimizi hatırlatır...
Nereye gidersen git, aslında tamamen gitmiş sayılmazsın. Çünkü sevdiğin her şey, kalbinde seninle yürür. Her insan, içinde anılarla çizilmiş bir harita taşır...
Hasret bir yük değil; bizi biz yapan izlerdir. Bir ses, bir koku, bir görüntü… Bunlar geçmişin gölgeleri değil, varlığımızın parçalarıdır...
İnsan yalnızca yaşadığı yerde değil, kalbinin bağ kurduğu her yerde yaşar.
Ve aidiyetin özü de budur: Kalbinin dokunduğu her yer, senin evindir...