REVİZYONİST FAŞİST!

REVİZYONİST FAŞİST!

Sezai SARIOĞLU yazdı...

Yaşım sizi inandırsın hapishaneden çıktıktan sonra dışarıyı tecrübe ettiğim yıldı. 12 Eylül’den sonra dalgaları kıyıya vurmaya üşenen küçük bir Karadeniz kasabasına şiir dinletisine davetliydim. Ezelden beri “Bozkurt yuvası” olmakla övünen, ünü boyundan aşkın bacak kadar kasabaya gitmek için Harem’den otobüse bindiğimde, bir otağa veya camiye girdiğimi zannederek şaşırdım...

Yolcuların kıyafetleri, bakışları, aksesuarlar, özetle otobüsteki aleyhime atmosfer ezber bozucuydu. “Bu da Adem de kim?” dercesine beni mitralgözleriyle tarayan onlarca bakışın eşliğinde, pencere kenerına geçmek için ikinci sırada koridor kenarında oturan yolcudan “geçiş izni” istedim...

Sakallı koltuk komşum sakalımı beğenmemiş olacak ki, “lâ havle” çekerek kalkıp yerimi bana bağışladı. Tüm yolcuların merakla "içlerinden biri" olma ihtimali olmayan yabancıya baktıklarını hissediyordum. Besbelli “dışlarından biri” binmişti otobüse. Hayat bilgisi ve hayal bilgisi tecrübemden yola çıkarak inisiyatifi ele alma düşüncesiyle, yerime oturur oturmaz, büyük bir keyifle ve umursamadan koltuğuma yayılarak, ilk sayfasında “Büyük Defteri yazdıran Küçük Defterdir” yazan, “Yaralama Defteri”me not almaya başladım...

Malum devlet beni içeride ve dışarıda yıllarca tek kişi sanmış, saymış ve yanılmıştı. Devlet sayar da, devletin gittiği yere giden, baktığı yere bakan halkımız saymaz mıydı?  Oysa o anda da kitaplarım dâhil çok kişiydim ben, oldukça kalabalıktım. Ne yalan söyleyeyim, yabancı sahada, takımdan ayrı düş koşu yapıyordum, tedirgindim ama top çevirerek kapsam alanı yaratmak ve keyfini çıkarmak hoşuma gidiyordu. “Şüpheli şahıs!” olmak bana yabancı değildi ama ne olur ne olmaz kuşkusuyla "Tedbir getirmem!" gerekiyordu...

Arada sırada okuduğum kitaptan arada başımı kaldırarak otobüsün içine göz gezdiriyor, beni göz hapsinde tutan yolcuları, “şüpheli şahsı!” izlerken sobelediğimde gözlerini kaçırarak önlerine bakıyorlardı. Şimdilik göz atmakla meşguldüler, söz atmak için fırsat kolladıklarını düşünmeye başlamıştım ki, yanımdaki malum kişi dualar mırıldanarak ve “la havle” çekerek koltuğundan kalkıp arka koltuklara göç edince sevindim. Başımı güzel belalara sokan kitapları ve ezberlemem gereken şiirleri boşalan koltuğa serpiştirip kapsam alanımı ziyadesiyle genişletip rahatladım...

Bu gerilimli ilişki devlet suretli şoförün de ilgisini çekmiş olmalı ki, birkaç kez de onun kaçamak bakışlarını yakalayıp suç üstü yaptım. Şoför dedimse, “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” sloganına uygun, üç hilalli yüzüğü, üç hilalli kolyesiyle kimliğinin bütün işaretlerini kendince estetize edip takıp takıştırmış biriydi...

Bolu’ya doğru, yokuşta zorlanan otobüs “astımlı kamyonlar” gibi hırıldayarak seyir halindeyken araç telefonunun çalmasıyla sessizlik bozuldu. Ünitet bedenli şoför, en kibar sesiyle konuştukça yolcu başına düşen merak miktarı artmaya başladı...

İtiraf ediyorum, bir yandan şiir ezberleyip, öte yandan kulağım şoförde bu Kafkaesk ortamın keyfini çıkarırken muavin bir elindeki kağıda bir de bana bakarak ismimi hecelemez mi?

Siyasi alışkanlığım gereği hareket etmeden önce otobüsün plaka numarasını ev halkına verdiğimden arandığım düşüncesiyle meraklandım. Esastan ve usülden yanılmışım… Meğer beni kasabalarına davet eden şiirseverler, kapı komşuları olan şoförü arayarak benimle özel olarak ilgilenmesini tembih etmiş, o da ismimi yazıp muavinin eline tutuşturmuş...

O kadar yolcu arasından muavinin ilk bakışta beni bulması hoşuma gitmedi değil. Büyük şehirlerde çoktan unutulan “taşralı” insanlardaki bu inceliğe sevinmiştim ama tepeden tırnağa milliyetçi işaretlerle bezeli şoföre “emanet” edildiğim için içimi sıkıntı basmıştı...

Bildiğim tüm şiirleri, bilmediğim tüm duaları okuyarak mola anını beklemekten başka çarem yoktu. Her yolculuk çok ihtimalliydi ve başa gelen çekilirdi. Her ne kadar otobüsteki mutlak çoğunluk halkımızla aramda şiddetli geçimsizlik, madde ve mânâ uyuşmazlığı olsa da Brech’tin öğüdüne uyarak “Halkı iptal edip yeni bir halk seçmek!” şansına sahip değildim. Halk ile gelen düğün bayramdı!

Bakışlarından sual olunmaz yolcular ihtiyaç molası için inince, “taktik” olarak en son insem de “emaneti” bekleyen şoför, “misafirimizsiniz” diyerek koluma girip beni lokantaya doğru sürüklerken, “Ya bir gören olursa?” kaygısıyla o yıllarda siyah olan sakallarıma kadar kızarıp tedirgin olduğuma hem tarih hem de coğrafya şahit...

O bölgenin insanıydım, devrimciliğimin 12 Eylül 1980’e kadar olan ilk otuz yılı oralarda bölgede geçmişti. Memleketin ve şahsının tüm kutsallarını takmış takıştırmış birinin kolundayken başka otobüslerden inen bizim mahallenin çocukları tarafından görülme ihtimali endişesiyle lokantaya girdik. Keyif ve keşif dolu yeni sürprizlerin beni beklediğini hissederek şoförlere ayrılan ayrıcalıklı masaya oturduk...

“Nerelisin?”, “Ne iş yaparsın?”, “Ziyaretinizin sebebi hikmeti nedir?” gibi klasik sorulardan sonra, sıranın “ince sorguya!” geleceğini biliyordum. Hal böyle olunca inisiyatifi ele geçirip muhabbete sınır çekmek amacıyla,  “Komünistim” diyerek kendimi takdim ettim...

Bir an şaşırsa da, “Önemli değil, hepimiz Türk’üz!” diyerek ilk hamlemi ustalıkla geçiştirdi. Şaşırma sırası bendeydi. İkinci hamleyi yapmakta gecikmedim. “Bütün halklara saygım var lâkin ben Türk değil Gürcüyüm!” dediğimde, aynı pişkinlikle “Önemli değil, hepimiz Müslümanız” demez mi?

Sanki bir sokak tiyatrosunda karşılıklı doğaçlamalarla rollerimizin gereğini yapıyorduk. “Tüm dini inançlara saygım var ama ben inanmama özgürlüğünü de savunan bir ateistim” diyerek sonuç alıcı hamlemi yapmakta gecikmedim...

Biraz duraladı, bedenindeki takıları düzeltti, hazırda bir cevabı kalmadığı belliydi. Hazıra cümle de takı da dayanmazdı. Ben diyeyim beş vakit, siz deyin bir mevsim sustu... Bir sigara yakıp, içine derin bir nefes çekip dumanını dışarıya boca ettikten sonra, “Önemli değil, hepimiz insanız!” demez mi?

Takıp takıştırdığı tüm sembollere rağmen, içi olan biriydi. İyi kalpli “kötülük” gibi karşımda duran bu karaktere, “Revizyonist faşist!” diyecek kadar “samimiyeti” ilerlettik… Ne yalan söyleyeyim; ilk tahlilde değilse de son tahlilde “hoş” bir deneyimdi!

Sonrası mı? Sonrası, yok bu hikâyenin yirmi dört ayar kıssadan hissesi var…

Hangi zamanlar derseniz o zamanlar...

*Şair ve Yazar : Sezai Sarıoğlu 
Fotoğraf: Gülseren Çınar

Önceki Haber Kader /öykü...
Sonraki Haber Gütersloh’da birlikte yaşam için uluslararası sokak şenliği başladı...
Benzer Haberler
Rastgele Oku