*Aynullah AKÇA yazdı...
Ulu bir meşe ağacının şemsiyesi altına uzanmış, yakıcı temmuz sıcağında gölgede olmanın keyfini çıkarıyorlardı. Tanıştıklarının birinci yıldönümüydü. Bu ilk yıldönümünü burada, 21. yüzyılda yaşamış ünlü bir yazarın aynı adlı romanından esinlenerek “zaman sığınağı” adını verdikleri bu göl kenarında kutlamaya karar vermişlerdi...
Sabah erkenden kalktılar, akşamdan hazırladıkları peynir çeşitleri, meyve ve sebzelerden oluşan yiyecekleri, su şişelerini özenle termal piknik çantaya yerleştirdiler. Bir şişe de şampanya koydular. Bisikletlerini de son bir kez gözden geçirip yola koyuldular.
Evleri şehrin ormanlık alana yakın kenar mahallelerinden birindeydi. Önü bahçeli tek katlı şirin bir evdi. Burayı birkaç yıl önce bulmuştu. Henüz çiçeği burnunda bir savcı olarak buraya atandığında geçici olarak şehir merkezinde ucuz bir otele yerleşmiş, uygun bir ev buluncaya kadar burada kalmaya karar vermişti...
Fakat kısa zamanda şehir merkezindeki gürültüden, benzin ve restoranlardan yükselen yanık yağ kokularından, kirli havadan ve en fazla da silahlı çetelerin gece boyunca dinmeyen silahlı çatışmalarından yanlış bir seçim yaptığını hemen anlamış, merkezindeki keşmekeşten uzakta bir ev ararken burayı bulmuştu. Tek katlı müstakil bir evdi. Fakat oturulacak halde değildi. Çatısı uçmuş, duvarların sıvaları dökülmüş, yer yer yıkılmış, dış kapısı ve pencereleri sökülmüş gerçek bir harabeydi...
Biraz araştırdı. Sahipsiz olduğunu anlayınca buraya el koydu. Talebelik yıllarında harçlıksız kaldığında yakınlardaki inşatlarda geçici işçi olarak çalışan biri için bu harabeyi, şirin bir yuvaya çevirmek pek de zor olmadı. Birlikte yaşamaya karar verdikten sonra kız arkadaşı da bu eve taşındı. Böylece buraya temelli yerleştiler, yaşamlarını burada sürdürmeye karar verdiler...
***
Mahalleden çıkıp ormanlık alana girdiler. Evvelden şehir, gür meşe ormanlarıyla çevriliymiş. Yangınlar, ağaç kıyımları derken kala kala geriye bu orman adacığı kalmıştı. Hemen ortasında da küçük bir göl vardı, yangınlardan kaçarak buraya sığınan tilki, tavşan, kurbağa, yılan gibi hayvanlarla ortak kullanıyorlardı. Sanki romanın geçtiği yüzyıldan kalma, özel olarak korunmuş, o yıllardaki adıyla bir milli park gibiydi...
Yarım saat kadar bir bisiklet yolculuğundan sonra “sığınağa” vardılar. İyice çöken yaz sıcağında pedal çevirmekten kan ter içinde kalmışlardı. Üzerlerinde ne varsa sağa sola fırlatıp kendilerini serin göl sularına attılar.
Uzunca bir süre yüzdüler, suyun altında nefes almadan kim daha uzun süre kalacak diye iddiaya girdiler. Çocuklar gibi hopladılar, zıpladılar boğuştular ve öpüştüler. Nihayet mecalsiz düşüp kendilerini nefes nefese kıyıya attılar...
Bisikletin arkasına bağlı battaniyeyi açıp güneşe serdiler.Üzerine uzanıp bir süre dinlendikten sonra erkek kalktı, çantadan şampanya şişesini aldı. Tıpayı kontrollü bir şekilde çıkardı. Köpürüp dışarı taşmasına meydan vermeden, yanlarında getirdikleri şampanya bardaklarına doldurdu. Birbirlerine sağlık ve mutluluklar dileyip, gülücükler, öpücükler arasında kadehleri kafaya diktiler...
Çantayı açıp içini boşattılar. Yufka ekmeğin arasına peynir, domates, marul, salatalık, dereotu koyup dürüm yaptılar. Yan yatıp iştahla yerken bir yandan da yiyecekle dolu ağızlarından kelimelerin de çıkmasına şans tanıdılar...
“Çocukluğunu çok merak ediyorum” dedi erkek. “Anlatır mısın, nasıl bir çocuktun?” Kadın, bakışlarını havaya dikip bir süre düşündü. Hafızasının kıyısına, köşesine sinmiş anılarını derleyip toparlamaya çalıştığı belliydi...
“Aslında anlatacağım fazla bir şey yok… Hep bölük pörçük fragmanlar… Ninemin anlattığına göre annemle baban bir otomobil kazasında ölmüşler. O sıralar on beş yaşlarında olan ben de otomobildeymişim ama sağ kurtulmuşum kazadan. Fakat sağ kalmanın bedelini kısmen hafıza kaybıyla ödemişim.”
Ailesini kaybettiği trajik olayı anlatırken bile dudaklarındaki o sıcak gülücük eksik olmamıştı. “Çok üzüldüm. Başın sağ olsun,” dedi erkek sevgiyle. “Teşekkür ederim, aradan çok zaman geçti,” dedi kadın. Hikâyesini kesip aniden,“Sen kadere inanır mısın,” diye sordu erkeğe...
“Evvelden inanmazdım. Daha doğrusu konu etrafında pek düşünmemiştim. Ama seni tanıdıktan sonra inanmaya başladım diyebilirim.” Kadın güldü.
“Beylik laflar,” dedi. Erkek kesin bir dille itiraz etti.“Hayır, değil. Bak anlatayım. Seninle karşılaştığım o günden önce iş arkadaşlarımın düzenledikleri hafta sonu mangal partilerine yalnız bir kez katılmıştım...
O da ilk göreve başladığım yıl. O gün gördüklerim bana yetti. Kendimi sanki başka medeniyetlerden gelen insanlar arasında bulmuştum. Aramızda hiçbir ortak bağ olmadığını anlayınca bir daha da gitmedim. Ta ki geçen yıl seninle karşılaştığımız güne kadar.”
“Ne oldu da bu kez katılmaya karar verdin”, diye sordu kadın, alaycı bir tebessümle.
“Anlatıyorum ya kader… Ben değil, kader çok önceden karar vermiş.” dedi erkek yarı ciddi yarı şakayla. “Piknik yerine vardığımızda çantaları arabalardan indirir indirmez kadınlar kolları sıvayıp hemen işe koyuldular...
Mangal yakıp yemek hazırlamaya, erkekler de gölgeye geçip okey, tavla, kart oynamaya başladılar. Beni de dahil etmek istediler, ama bilmediğimi söyleyerek kenara çekilip onları seyretmeye koyuldum. Tam bir eski zaman mahalle kahvesi havası vardı. O kadar kendilerini oyuna vermişlerdi ki dış dünyayı tamamen unutmuşlardı. Kazanmak dışında hiçbir şey umurlarında değildi. Bir de hazırlanmakta olan sofra…
Zaman zaman başlarını oyundan kaldırıp, kadınlara doğru, “Ya ne kurulmaz bir şeymiş sizin sofranız… Elinizi çabuk tutun acımızdan öldük!” diye bağırıyorlardı. Nihayet sofranın hazır olduğunu duyunca hepsi de oyunu olduğu yerde bırakıp yemeklere saldırdılar. Beni çoktan unutmuşlardı. Bu arada tesis görevlilerinden biri geldi. “Afiyet olsun arkadaşlar! Her şeyiniz tamam mı, herhangi bir şeye ihtiyacınız var mı,” diye sordu...
Kadınlardan biri her şeyin yolunda olduğunu söyleyerek görevliye teşekkür etti. Önceden hazırladığını tahmin ettiğim bol etli dürümü görevlinin eline sıkıştırdı. Aynı anda erkeklerden biri bir miktar parayı da görevlinin serbest eline tutuşturdu. Görevli, halinden memnun insanların tavrıyla gülümsedi. Bizlere afiyet diledi ve bir isteğimiz olursa hiç çekinmeden söyleyebileceğimizi bir kez daha tekrarladı...
Ben de çağırmayı beklemeden gittim sofranın bir kenarına iliştim. Bir iki parça tavuk eti ve salatayla bir dürüm yapıp kenara çekilip yemeğe başlamıştım ki işte o zaman kaderimi değiştiren olay meydana geldi. Bil bakkalım ne oldu?”
“Anlat bakalım ne oldu!”
“Kaderin fırlattığı bir top yuvarlanıp gelip ayaklarımın önünde durdu. Kafamı kaldırıp topun peşinden gelen kadını görünce, adeta nefesim kesildi. Yüzünde inanılmaz bir gülücükle topunu istiyordu. Ben ise onu duymuyordum, o güzel dudaklara, o güneş ışınları gibi etrafa sıcaklık, aydınlık, hayat saçan gülücükteydi...
Sanki gülümseme değil sihirli bir çubuktu, etrafımdaki her şeyi değiştirmişti.Tesisdeki o kasvetli hava kalkmış, panayır yeri gibi neşeli, eğlenceli bir hal almıştı. O asfalt patikalar, yeşillikler, ağaçlar birdenbire o artık fotoğraflarda kalan gerçek çayır çimene dönüşmüştü...
“Yıllardır kendimi eksik, yarım hissediyordum. İçimden bir ses, işte aradığın öteki yarın bu diyordu. Geçten geç kendimi toparlayıp konuşma yeteneğimi yeniden kazanınca…”
“Merhaba, yarın saat 15.30’da sizi adliyenin önünde bekleyeceğim,” dedin. Şaşırdım. Tepeden tırnağa süzdüm, yüzünde yılışığa yakın bir gülümseme ile karşımda duran adamı. Kimdi bu küstah adam? Bir yerlerden tanıyor muydum? Hayır, tanımıyordum. İlk defa gördüğüme emindim...
“Kimsiniz? Beni nereden tanıyorsunuz,” diye sordum. Bana iyice sokuldun, önemli bir sır verir gibi sesini alçalttın, “Siz beni tanımazsınız, ama ben sizi tanıyorum. Buraya geliş nedenim sizsiniz. Sizinle çok önemli bir konuda konuşmamız lazım.” Adeta şok oldum. Kimsin, ne konuşacakmışız, diye sormama fırsat vermeden, hadi şimdi etrafın dikkatini çekmeyelim. Ben arkadaşlarımın yanına gidiyorum.” diyerek hızla uzaklaştım...
Ertesi günü,randevu saatini iple çekmeye başladım. Bir ara gitmemeyi düşündüm. Ama merakım ağır bastı ve gittim. Bu sayede senin büyük bir yalancı olduğunu da anladım.” Erkeğin boğazına çöküp, yalancıktan sıkmaya başladı. Kahkahalar arasında, “Sen bir yalancısın, ya-lan-cı…”
“Valla ben masumum, söylediğim yalan değildi. Seninle görüşmek istediğimi söyledim. Yoksa nasıl beraber olacaktık.” İkisi de güldüler...
Neden sonra kadın,
“Sana aklımda kalan tek çocukluk anımı anlatıyordum, yarıda kalmıştı. Anlatayım mı?”
“Anlat tabii, seninle ilgili her şeyi öğrenmek istiyorum.” “Dinle öyleyse. Ninemin anlattığına göre çok büyük bir meyve bahçemiz varmış. Envai çeşit meyve ağaçları… Elma mı dersin, ayva mı dersin, nar mı dersin, armut mu dersin. Ama ben en çok bahçemizdeki tek kayısı ağacını seviyormuşum. Dibinden hiç ayrılmazmışım. Bu kayısı ağacı benim de hatırladığım tek şey. Altına uzandığım yapraklar arsından kırılarak süzülen rengarenk güneş ışınlarını seyretmeye bayılırdım. Rüzgârın esintisine kapılıp ağır ağır oynaşan yapraklar arasından bir görünüp bir kayboluşu bana inanılmaz bir haz verirdi...
Biliyor musun, bitkiler sandığımızdan da zeki ve kurnazdırlar. Kayısı ağacının da insanlar gibi kendi yavrularını nasıl koruduklarını o zaman keşfetmiştim. Meyveleri ham iken yem yeşildir. Çağlayı yapraklarından ayırt etmek çok güçtür. Neredeyse imkânsızdır. Bu şekilde onları koruyor. Olgunlaşmaya başlayınca ise iştah açıcı sapsarı bir renge bürünüyor. Öyle ki gelip geçenler alıp yesinler istiyor. Neden istiyor? Çünkü yiyenler çekirdeklerini sağa sola atacak ve o çekirdeklerden yeni kayısı ağaçları türeyecek ve böylece o da soyunu devam ettirmiş olacak.”
“Galiba dünyadaki canlılar arasında en aptalı insanoğludur. Aç gözlülüğü ve doymak bilmez kazanma hırsı sayesinde bu cennet gibi güzel gezegeni cehenneme çevirdik ve sonunda kendi ellerimizle kendi ırkımızı yok etme yolundayız.”
“Haklısın sevgilim, dönüşü olmayan bir yoldayız. Yaşadığımız bütün felaketler sanki gezegeni insan soyundan tamamen arındırmak için görünmez bir el tarafından bilinçli olarak programlanmış gibi…”
Erkek, kafasını kaldırıp bir müddet etrafı süzdü. Bir ceylan yavrusu geldi karşı kıyıya. Dizlerini büktü eğildi su içmeğe başladı. Çok susadığı belliydi. Uzun süre içti. Arada bir başını kaldırıp, ürkek bir şekilde etrafına göz atıyor, sonra yine içmeğe devam ediyordu. Susuzluğunu giderdikten sonra gölün kıyısını, üst dudakta biten seyrek bıyık tüyleri gibi çevreleyen taze otlardan tadına bakarken bir an irkildi...
Kafasını telaşla yukarı kaldırdı. Kulaklarını dikip etrafı dinledi. Sonra bu tehlikelere açık çıplak alanda şansını fazla zorlamamaya karar vermiş olsa gerek, geldiği gibi yeniden ağaçların arasına döndü.Kadın da erkeğin baktığı yöne baktı. “Aa, bir ceylan yavrusu. İlk defa görüyorum. Yeni komşumuz.
“Farkında mısın, gölün suları gittikçe çekiliyor. Kuruyunca o zavallılar ne yapacak merak ediyorum?” Erkeğin yüzü öfkeden karardı. Kâğıt mendille göz kapaklarının üstünde biriken teri kuruladı. Kendi kendine söylenir gibi acılı bir sesle, “Her şey o Homo sapiens denilen 120 cm boyunda 40 kilo ağırlığındaki cüceyle başladı...
Daha doğrusu onun sınırsız merakı ve açgözlülüğüyle tetikledi bütün bu felaketleri. Doğanın kendisine sunduklarıyla yetinmedi. Hep daha fazlasını istedi.” Erkeğin lafı nereye getireceğini merak ediyordu. Soru dolu gözlerle ona baktı. Erkek devam etti,
“Giderek bu iki özelliği sayesinde büyük evrimler geçirecek, hem kendisini hem de çevresini inanılmaz derecede değiştirecekti...
Bütün bunları yaparken de affedilmez bir hataya düşecekti. Yaşamı kolaylaştırdığını sanırken, aslında onu yok etmekte olduğunun uzun süre farkında bile olmayacaktı. Farkına vardıklarında ise çoktan iş işten geçmiş olacaktı...
Önce üretim sürecindeki bütün fiziksel faaliyetlerini, ardından zihinsel ve en nihayetinde, onları diğer canlılardan ayıran düşünme yeteneklerini de makinalara yükleyince, kendi kendini boşa düşürdüğünü, oyun dışı bıraktığını anladı, ama çok geçti, Yapay Zekâ Çağı başlamıştı artık...
Onunla birlikte felaketler çağı da. Bütün bu yangınlar, sel felaketleri, kuraklık, hızla değişen iklim koşulları, ortalama hava sıcaklığı 50 derece sınırına dayanması hep onun eseri. İnsan organizması yeni koşullara bu kadar kısa zamanda ayak uyduracak esneklikte değil...
Bu yüzden DNA bozuklukları oluşuyor. Mutasyon olaylarının giderek yaygınlaşması bu yüzdendir. Yeşil alanlar; ormanlar, meralar, bağlar, bahçeler birbiri ardına yok ediliyor. Ormanlık alanlar köstebek yuvaları gibi delik deşik edildi. Neden? Çünkü Yapay Zekâ hazretlerinin ağaçlara, bol oksijenli temiz havaya ihtiyacı yok. O, toprağın üstüyle değil altıyla ilgileniyor, çünkü yeraltında onun için hayati öneme haiz olan madenler var...
Kendini sürekli olarak yenilemesi lazım.” Sustu. Bitkin bir halde yere çöktü. İki eliyle dizlerini kavradı. Başını kucağına gömdü. Bir süre böyle kaldı. Sonra ninniye benzer bir şarkı tutturdu. Şarkının tınısına uygun olarak sarkaç gibi ileri geri hareket ediyordu...
“Senin hatırladığın bir kayısı ağacın var. Benim o da yok. Hepsi hepsi annemin bebekken söylediği bu ninni. Hangi dilde söylediğini bile bilmiyorum. Ben, bir zaman sürgünüyüm. Sürekli zaman ve mekân değiştiriyorum. Kimim, gerçek yurdum neresi, anam kim babam kim? Hangi evrene, zaman dilimine aitim, bilmiyorum...
Annem ve babamı ben daha bebekken alıp götürmüşler. Yapay Zekâ iktidarına karşı savaşan bir yeraltı teşkilatına üyeymişler. Beni yoldaşları büyüttü.” Kadının kalbi bu bahtsız insana karşı merhametle doldu. Gidip arkadan kucakladı, seviyle boynundan öptü. Adam hızla kafasını çevirip kadına baktı. İlk defa görüyormuş gibi tanımayan gözlerle.
Kadının kollarından sıyrıldı, omuzlarından tüm gücüyle hoyratça bastırıp yere yatırdı. Üzerine abandı. Dudaklarından, boynundan hızla aşağı inip memelerinden hışımla öpmeğe, ısırmaya başladı...
Tipik bir tecavüz sahnesiydi yaptıkları. Şaşkına dönen kadın önce ne olduğunu, ne yapmak istediğini anlayamadı. Okşayışlarına karşılık vermeye çalıştı. Fakat sevgilisinin hareketleri tam bir saldırganlığa dönmeye başlayınca onu hızla üzerinden atıp doğruldu. Hışımla ayağa kalktı. Gözleri adeta ateş saçıyordu. O masum gülüşten eser yoktu. Parmağını tehditkâr bir şekilde sallayarak bağırdı...
“Kimsin sen! … Ne yapmaya çalışıyorsun? Nasıl böyle canavarlaşabildin?” Adam başını utançla kaldırarak aşağıdan yukarı tepesine dikilen kadını süzdü. Ölesiye pişman olduğu bakışlarından belliydi. Kadının elini tuttu yüzüne sürdü, “Affet beni… Ne olur affet! Bir an kendimi kaybettim. İçimde müthiş bir öfke var, neye kime karşı olduğunu bilmiyorum.
Ama öfkeliyim. Dünyanın bu haline, çaresizliğimize. Görmüyor musun, hayat elimizden kayıp gidiyor, belki de bu gezegende yaşayan son nesil biz olacağız.”
Kadının öfkesi aniden belirdiği gibi kayboldu. Erkeğin yanına diz çöktü, başını kucaklayıp göğsüne bastırdı. Gözyaşlarını eliyle sildi saçını okşadı. Çocuk gibi teselli etti...
“Sevgilim, bu noktadan sonra yapacak bir şey yok. Şimdiye kadar onlarca, belki de yüzlerce medeniyet gelip geçti bu yaşlı gezegenden. Bizimkisi de ebedi değil. Elbet bir gün bizimkisi de son bulacak. Belki de bugün o gündür.” Erkek minnettarlıkla kadına baktı, dudaklarından dikkatlice öptü. Kadın,
“Hem dün akşam neye karar vermiştik. Hatırladın mı?”
“Evet hatırladım. Dünyayı, bizim dışımızdaki dünyayı unutacaktık. Yalnızca ikimiz olacaktık. Yüzecek, oynayacak, çocuklar gibi neşelenecek, deliler gibi sevişecektik… Ama elimde değil her şey ölüyor, yok oluyor, çözülüyor geriye dönmez bir şekilde.”
“Hayatımızın son günüymüş gibi. Hadi kendine gel. Dün, onca tehlikeyi göze alıp bütün şehri boşuna dolaşmadım bir şişe şampanya bulmak için.”
Erkek kalktı, şampanya şişesini getirdi. Kalan içkiyi de içtiler sonra kadın ağır ağır sırt üstü battaniyenin üzerine yayıldı. Eliyle erkeğine gelmesini işaret etti. Kulağına arzudan titreyen bir sesle, fısıldadı; “şimdi seninim, benimle istediğini yapabilirsin, hayatta son sevişmemizmiş gibi!”
Erkek bu kez dikkatlice kadının üzerine eğildi. Dudaklarından başlayıp öpe öpe çenesine, boynuna, gerdanına, memelerine öpe öpe, okşaya okşaya aşağılara doğru indi...
Gerçekten hayatta son sevişmeleriymiş gibi enerjileri tükeninceye kadar seviştiler. Sonunda yorgun düştüler. Sarmaş dolaş olup uykuya daldılar...
Bir zaman sonra keskin yanık kokusuyla uyandılar. Yangın çıkmıştı. Telaşla ayağa kalktılar. Dumandan göz gözü görmüyordu. Nefes almaları gittikçe zorlaşıyordu. El ele tutuştular. Ne yöne gideceklerini bilmiyorlardı. Rastgele bir yön seçip koşmaya başladılar...
Yangın üç gün devam etti. Yanacak bir şey kalmayınca kendiliğinden söndü. Olay yerinde yapılan araştırmalarda yanan bir dizi hayvan kalıntıları yanında, gölden birbirine sarılmış halde boğulan iki de insan cesedi çıkardılar. Biri kadın diğeri erkek. İhtimal karı-koca. Cesetler öylece kucaklaşmış haliyle cenaze torbasına koyup adli tıpa kaldırdılar...
Adli tıp morgunda özel bir uzman ekip gelene kadar bekletildi. Üç gün sonra üç kişilik bir ekip geldi. Başlarında ince uzun boylu, kır saçlı, siyah smokin giymiş papyonlu, adli tıp doktorundan çok meslekten diplomatları andıran, mutasyon konularında uzman Dr. Erki vardı...
Zarif bir el hareketleriyle fermuarı çekti. Cesetleri bir göz attı sonra. Diğerlerini dışarı çıkardı. Yalnız kalınca yanında getirdiği zarif çantasını açtı. Ağzına maske taktı, ellerine koruyucu eldiven geçirdi, aletlerini çıkardı masaya dizdi. Yakasına mikrofonu iliştirdi ve gizli bir numarayı tuşladı. Boğazını temizledi,
“Otopsiye başlıyorum efendim,” dedi.
“Kimlikleri tespit edilmiş mi?”
“Maalesef efendim. Bütün araştırmalara rağmen isimleri bile tespit edilememiş...
Erkeğin adliyede savcı olarak, kadının ise Orman İşleri Bakanlığında memur olarak işe alındıkları biliniyor. Ancak ne zaman işe aldığı konusunda hiç kimsenin malumatı yok. Ev adreslerine gitmişler. Yıllar önce terk edilmiş harabe halinde tek katlı bir ev enkazıyla karşılaşmışlar.” Telefonun karşı ucunda kısa bir sessizlikten sonra.
Senin fikrin ne?
“Benim mi?”
“Evet senin. Kem küm etmeden açıkça söyle,” diye tersledi. Doktor yutkundu. Yanlış bir şey söylememek için düşüncelerini toplamaya çalıştı...
“Bence bunlar zaman sürgünü.” diyebildi.
“O da ne demek?” “Yani efendim, başka bir zaman dilimine aitlerken artık kendi istekleriyle mi, yoksa casusluk amacıyla mı bilmiyoruz. Belki de sırf tehlikeli birileri oldukları için rejim tarafından da bizim zamanımıza sürülmüş olabilirler.”
“Ne diyorsun Doktor! Böyle bir şey mümkün mü!” Sorunun bir tuzak olabileceğinden işkillenen Doktor Erki, Yapay Zekâ Çağında her şey mümkün diyecekti, ama çekindi. Dilini tuttu...
“Çağımızda böyle şeyler pekâlâ mümkün” dedi. Şefi üstelemedi. “Peki, DNA testleri sonuçları ne gösteriyor?” “İnsan soyuna aitler, fakat onlarınkiyle eşleşecek başka bir DNA’ya rastlanmadı? Şimdi otopsiye başlayabilir miyim?”
“Tamam önce dış görünüşünden başla,” dedi telefondaki ses. Dr. Erki tepeden başladı, ayak parmaklarına varana kadar cesetlerin vücudundaki tüm ayrıntıları rapor etti. Her şey normaldi. Herhangi bir sapma yoktu. Ayak parmaklarına gelince durdu. Sessizlik uzayında karşıdaki ses telaşlandı.
“Anlat ne gördün!”
“Şey efendim, ayak parmaklarında bir sapma var!”
“Ne gibi bir sapma!”
“Birinin sol ayağında altı parmak, diğerinin sağ ayağında ise dört parmak var.”
“Altı parmak hangisine ait”
“Kadına efendim.”
“Delilleri hemen yok edin, cesetleri de yakın!”
“Emredersiniz efendim, yalnız!”
“Yalnız ne?”
“Bu tip vakalar artık istisna olmaktan çıktı, epidemiye dönüşme yolunda. Kamuoyuna bir açıklama yapma zamanı geldi sanırım.”
“Peki, düşüneceğim.”
“Nasıl isterseniz efendim.”
Yardımcılarını çağırdı. Cesetleri kaldırmalarını, yakmalarını emretti. Yardımcıların cesetleri götürüşünü yüzünde acı bir ifadeyle seyretti. Telefonun öteki ucundakinin cansız bir robot olduğunu bildiği halde ona “efendim” diye hitap ediyordu...
(*Aynullah AKÇA / Yazar
14.08. 2025 Fagersta)