Birol KESKİN'in yazısı...
Zaman, avuçlarımızın arasından kayıp giden ılık kum taneleri gibidir. Ne sıkı sıkı tutabilirsin onu, ne de düşenin yerine yenisini koyabilirsin. Her bir tanecik, bir "şimdi"dir; yere değdiği anda ise "dün"e dönüşür, sonsuza dek rengi solmuş, şekli bozulmuş bir hatıra. Bir solukta savrulur giderler, arkalarında sadece bir uğultu, bir burukluk bırakarak...
Onun çarkları, görünmez dişlilerle dönmekte, sessiz ama amansız. Saatin tik takları, yalnızca kulaklarımıza fısıldanan bir yalandır aslında. Gerçek zaman, kalbimizin derinliklerinde atar; bazen bir sevinçle hızlanır, bazen bir hüzünle ağırlaşır. Bazen bir ömür gibi uzar bir dakika, bazen bir nefes gibi kısalır on yıllar. Çocukluğunuzdaki bir yaz günü, şu an yaşadığınız on kıştan daha dolgun değil midir?
Zamanın elleri, en sert kayaları bile özenle, sabırla oyar. Yüzlerde çizgiler, taşlarda pürüzler bırakır. Gençliğin pürüzsüz cildi, bir sabah aynada karşına çıkan ince bir çizgiyle kendini ele verir. Ben geçtim buradan, der sessizce. Ve sen, o çizgiye dokunurken, bir meşe palamudunun devasa bir ağaca dönüşmesi kadar uzun, bir yıldırımın çakması kadar kısa bir yolculuğun farkına varırsın. Ne hızına yetişebilirsin, ne de onu geri çevirebilirsin. O, kendi ritmiyle akar; umursamaz, acımaz, durmaz...
Bazen bir rüzgâr eser geçmişten. Tozlu raflardan düşen bir fotoğraf, eski bir şarkının ilk notaları, tanıdık bir koku... Ve zaman, aniden katlanır, bükülür. Bir an için, o güne, o ana, o kayıp duyguya dokunursun. Sanki nehir tersine akmış, kum taneleri yukarı tırmanmaya başlamıştır. Bu bir illüzyon mudur? Yoksa zaman, aslında sandığımız kadar doğrusal mı değildir? Bellek, onun karşısında dikilen naif bir kale midir? Bu geçici sığınakta, keşkeler ve acabalar arasında kayboluruz. Pişmanlık, zamanın en acı meyvesidir; olgunlaştığında düşer ve yüreğe saplanır...
Zamanın en acımasız cilvesi ise, bize "sonsuzluk" fikrini bahşedip, bedenlerimizi ölümlü kılmasıdır. İçimizdeki ateş, bir gün söneceğini bilmezcesine yanar. Oysa kum saatindeki kum, mutlaka tükenir. Bu bilinç, her *"şimdi"*yi kıymetli, her nefesi mucizevi kılar. Bir gülün açışını seyrederken, bir dost kahkahasını duyarken, bir kitap sayfasını çevirirken...İşte o anlarda, zamanın zincirlerini geçici olarak kırarız. An, kutsanır. Ölümsüzlük, sonsuzlukta değil, bu derin, bilinçli *"an"*larda gizlidir...
Ve böylece akıp gider o görünmez nehir. Bizi sürükler, şekillendirir, aşındırır. Kum taneleri dökülürken, geriye kalan nedir? Belki sadece sevginin izi, iyiliğin gölgesi, yaratılan güzelliğin yankısı. Belki de zamanın kendisi değil, içinde kaybolduğumuz andır asıl trajedi. Durup da bakmayı, duymayı, hissetmeyi unuttuğumuzda, nehrin suları bulanıklaşır. Oysa şu an, avucundaki tek kum tanesi işte budur: Şimdi Onu sımsıkı kavrama, sadece hisset. Çünkü o da, şu satırları okurken, sessizce akıp gidiyor...