Ateş Çemberinde İnsan Kalmak: Halkların Vicdanı, İktidarların Savaşı...

Ateş Çemberinde İnsan Kalmak: Halkların Vicdanı, İktidarların Savaşı...

Birol KESKİN yazdı...
[email protected]

Giriş: Küresel Bir Kıvılcımın Anatomisi...

21. yüzyılın jeopolitik dinamikleri, savaşın artık yalnızca fiziksel sınırlarda değil; dijital, psikolojik ve ideolojik düzlemlerde de yürütüldüğü yeni bir çağa işaret ediyor. Günümüzde herhangi bir coğrafyada ateşlenen füze, binlerce kilometre ötedeki bir çocuğun travmasına dönüşebiliyor. Savaş artık yerel bir kriz değil; küresel bir sistem krizidir...

Son dönem çatışmaları, ABD’nin müdahaleci refleksleri, Çin ve Rusya’nın küresel manevralarıyla çok katmanlı bir nitelik kazandı.Türkiye ve çevresi bu kırılmanın tam ortasında; tarihsel sorumluluklarla jeopolitik baskılar arasında sıkışmış durumda.Bu çemberde yok olan yalnızca şehirler değil; insanlık değerleri, çocukların geleceği ve halkların ortak umududur...

Tarih, savaşların neredeyse hiçbir zaman halkların iradesiyle başlamadığını gösteriyor. Çatışmalar, iktidar elitlerinin çıkarlarına hizmet eder. Ancak bu, "kötü liderler" indirgemeciliğini aşan bir gerçekliktir: 

Silah tüccarlarının kâr hırsı, enerji şirketlerinin kaynak gaspı, medya tekellerinin nefret ticareti ve uluslararası kurumların kasıtlı felci, savaşları besleyen görünmez ağları örer. Gazze’de düşen bir bombanın sigortası Londra borsasında, füze yazılımı Silikon Vadisi’nde, izni BM’de verilmişse; bu, bir devletin değil, küresel suç ortaklığının savaşıdır...
  
Karar alma mekanizmalarında yer almayan halklar, en ağır bedeli öder: Fiziksel yıkım, sosyo ekonomik çöküş, kültürel travma ve hafıza kaybı...

Bu distopik tablo bugün her yerde: Gazze’de ölen çocuk, Tel Aviv’de korkuyla yaşayan anne, Tahran’da otoriteye direnen genç, antisemitizmle yalnızlaşan Yahudi.Halklar arasındaki düşmanlık, doğal bir karşıtlık değil; yukarıdan inşa edilmiş ideolojik aygıtların ürünüdür...

Bu nedenle, ulusal kimlikleri aşan bir insani dayanışma şart: İran'lı, İsrail'li, Filistin'li tüm sivillerin yaşam hakkı kutsaldır.Barış talebi siyasi bir refleks değil; etik bir zorunluluktur...

Güçsüzlük Algısı ve Sessizliğin Politikası...
  
Savaş sürecinde birey,devasa iktidar yapıları karşısında güçsüz hissedebilir. Bu algı, sessizliği besler. Oysa modern iletişim araçları, sivil toplumu tarihte eşi görülmemiş bir etki gücüne kavuşturdu...

Kamuoyu baskısı, dijital protestolar, sanatsal direniş ve uluslararası dayanışma; iktidar politikalarını dönüştürme potansiyeli taşır. Vicdan, örgütlendiğinde kolektif bir siyasi güce dönüşebilir...

Sonuç: Barış Bir Nihayet Değil, Etik Bir Pratik Olarak Yolculuk.Barış, savaşın bitmesiyle değil; halkların düşmanlaştırıcı anlatılara direnmesiyle başlar. Gerçek barış; çatışmaların sona ermesinden öte, adaletin tesisi, empatik diyalog ve insanlık değerlerinin yeniden inşasıdır...

Bugün hâlâ bu sürecin parçası olabiliriz:  
- Ölenleri istatistik değil, isimleri ve hikâyeleriyle anarak,  
- Adaleti yalnız "bizim" için değil, tüm mağdurlar için talep ederek, Sessizliği kırıp gerçeği savunarak... 

Barışı inşa etmek için somut adımlar şart: Savaş endüstrisinin vergi teşviklerinin iptali,  
Uluslararası mahkemelerde tarafsız adalet için sivil baskı, Medyanın nefret söylemini finanse eden reklamlarla bağını kesmek...

Unutmayalım: Hiroşima’dan Halep’e, insanlığa karşı suçlar ancak bu kirli sistemler parçalandığında son bulacaktır...

"İnsanlık, ses çıkarabilme cesaretinde saklıdır.Bugün o sesi yalnızca duymak değil; yükseltme zorundayız...

Barış ama hemen şimdi...

Önceki Haber Kurucu Anayasa: Gerçekçi Bir Dönüşüm mü, Yoksa Mevcut İktidarın Meşruiyet Arayışı mı?
Sonraki Haber AĞACIN KENDİSİ OLMAK...
Benzer Haberler
Rastgele Oku