Neden Bu Yazı?
Birol KESKİN'in yazısı…
Toplumsal eşitsizlikler, modern toplumların en temel yapısal sorunlarından biri olmaya devam etmektedir. Bu bağlamda fırsat eşitliği, yalnızca bireylerin yaşam şanslarını değil, aynı zamanda demokratik sistemlerin meşruiyetini ve toplumsal adaletin sürdürülebilirliğini doğrudan etkileyen bir ilkedir. Günümüzde sosyo ekonomik köken, coğrafi konum, cinsiyet veya etnik kimlik gibi faktörler bireylerin yaşam olanaklarını ciddi biçimde şekillendirmektedir...
Bu çalışma, fırsat eşitliğini felsefi, ahlaki ve toplumsal boyutlarıyla ele alarak, adil bir toplum düzeninin inşasında neden vazgeçilmez bir unsur olduğunu ortaya koyma amacını taşımaktadır...
Fırsat eşitliği, insanlığın ortak bir ideale ulaşma çabasıdır: Her bireyin, doğduğu yer, ailesi, ekonomik durumu ya da toplumsal statüsü ne olursa olsun, kendi potansiyelini gerçekleştirebilme hakkı. Bu, yalnızca bir politik ya da sosyal mesele değil, aynı zamanda felsefi bir sorgulamadır: İnsan nedir ve ona nasıl bir değer biçmeliyiz? Eğer insanı yalnızca maddi üretim aracı olarak görüyorsak, eşitlik bir lüks olur. Ama insanı, kendi hayalleri, umutları ve yaratıcı potansiyeliyle biricik bir varlık olarak kabul edersek, fırsat eşitliği bir lüks değil, bir zorunluluktur...
Adalet, Antik Yunan’dan bu yana filozofların merkezi sorularından biri olmuştur. Platon, Devlet’te adaleti, her bireyin topluma kendi yetenekleri doğrultusunda katkıda bulunması olarak tanımlar. Ancak, bu katkının gerçekleşmesi için bireyin yeteneklerini geliştirebileceği bir ortam gerekir. Fırsat eşitliği de tam bu noktada devreye girer: Yeteneklerin gelişmesini sağlayan zemini sunmak, bireyin topluma ve kendisine karşı sorumluluğunu yerine getirebilmesinin ön koşuludur...
John Rawls’un “cehalet perdesi” kavramı, bu bağlamda bize rehber olabilir: Eğer toplumsal kuralları belirlerken kim olacağımızı bilmeseydik, hepimiz fırsat eşitliğini savunmaz mıydık? Çünkü kimse, doğuştan gelen dezavantajlarla ezilmeyi göze alamazdı. Bu düşünce, fırsat eşitliğinin bir lütuf değil, bir hak olduğunu açıkça ortaya koyar...
Ancak fırsat eşitliği meselesi yalnızca genel toplumsal koşullarla sınırlı değildir; özellikle kız çocukları ve genç kadınlar için bu eşitliğin sağlanması, daha derin bir mücadeleyi gerektirir. Pek çok toplumda kadınlar hâlâ ikinci sınıf vatandaş olarak görülmekte, genç kızlar ise eğitim, sağlık ve güvenlik haklarına erişimde sistematik engellerle karşılaşmaktadır. Kadınların çalışma hayatında aynı işi yaptıkları halde erkeklere göre daha az ücret almaları ya da karar alma mekanizmalarından dışlanmaları, fırsat eşitliğinin önündeki yapısal engellerin açık birer göstergesidir...
Bir toplumun adaleti, yalnızca genel eşitliği değil; cinsiyet temelli eşitsizlikleri ortadan kaldırma iradesiyle de ölçülür. Gerçek fırsat eşitliği, ancak kadınların ve kız çocuklarının da potansiyellerini tam anlamıyla gerçekleştirebildiği bir dünyada mümkün olabilir...
Fırsat eşitliği denince, belki de en hayati alanlardan biri eğitimdir. Eğitim, bireyin kendini tanıması, geliştirmesi ve hayata katılması için en güçlü araçtır. Ancak günümüzde hâlâ milyonlarca çocuk ve genç, yalnızca maddi olanakları yetersiz olduğu için kaliteli eğitime erişememektedir...
Bu durum, bireyin potansiyelini gerçekleştirme hakkını elinden alır, onu daha yolun başında yarıştırmadan saf dışı bırakır. Gerçek fırsat eşitliği, yalnızca herkesin okula gidebilmesi değil; her bireyin nitelikli, kapsayıcı ve adil bir eğitim alabilmesidir. Devletin ve toplumun en öncelikli görevlerinden biri, bu temel hakkı güvence altına almak, yoksulluğun ya da coğrafi konumun bir çocuğun kaderi olmasının önüne geçmektir. Çünkü bir toplumun geleceği, en çok eğitime erişimi olmayan çocuklarının gözlerinde saklıdır...
Fırsat eşitliği yalnızca ekonomik ya da maddi bir mesele değildir; aynı zamanda bir onur meselesidir. Bir çocuğun, sırf yoksulluk nedeniyle eğitimden, oyundan, hayal kurma hakkından mahrum bırakılması, onun insanlığına vurulmuş bir darbedir...
Jean-Jacques Rousseau’nun, toplumun bireyi özgürleştiren değil, zincirleyen bir yapıya dönüştüğünü belirtmesi, belki de bu eşitsizliklere işarettir. Devlet, bu zincirleri kırmakla yükümlüdür. Ancak, devletin bu sorumluluğu yerine getirememesi, yoksulluğun ve eşitsizliğin kader gibi algılanmasına yol açar. Oysa yoksulluk, kader değil; insan eliyle yaratılmış bir sistemin sonucudur...
Immanuel Kant’ın ahlak felsefesi bize şu temel ilkeyi sunar: “İnsan, asla bir araç değil, her zaman bir amaçtır.” Bu ilke, devletin her bireye eşit fırsat sunarken, onun onurunu ve potansiyelini merkeze alması gerektiğini hatırlatır. Ancak, bu ideal sadece devletle sınırlı kalmaz. Toplum olarak bizler de birbirimize karşı sorumluluk taşıyoruz. Birbirimizin hikâyelerine kulak vermeli, önyargılarımızı bir kenara bırakmalı, her bireyin içindeki değeri görebilmeliyiz...
Fırsat eşitliği, yalnızca bugünün mağdurlarına değil, yarının toplumuna da verilen bir sözdür. Bu söz, her çocuğun — özellikle de kız çocuklarının ve yoksullukla mücadele edenlerin — içinde saklı olan ışığı görünür kılma çabasıdır. Bir toplum, en geride kalanı ne kadar ileri taşıyabiliyorsa, o kadar adildir. Bu yüzden sadece bazılarının değil, herkesin düşleri bizim sorumluluğumuzdadır. Çünkü adalet, yalnızca eşit başlamak değil; herkesin yolu yürüyebileceği bir zemini birlikte inşa etmektir...