Kendine Doğru: Dönüşüm Dışarıda Değil, İçeride Başlar...

Kendine Doğru: Dönüşüm Dışarıda Değil, İçeride Başlar...

Neden Bu Yazı?

Birol KESKİN yazdı...

Değişim çoğu zaman dışarıda aranır; oysa gerçek dönüşüm içeriden başlar. “Ben buyum, değişmem” diyenlerin çağın ruhunu ıskaladığı bir dönemde, bu yazı insanın en derin yolculuğunun kendine doğru olduğunu hatırlatmak için kaleme alındı. Çünkü insan, eninde sonunda kendine dönmek zorundadır.

"Her şeyin peşinden koştun, bir tek kendinden kaçtın.”

Bir sabah uyanırsın. Ama bu uyanış, yatağında değil zihninin kıvrımlarında gerçekleşir. Gözlerini açtığında tanıdık bir dünyayla değil, kendi iç sesinin yankılandığı sessiz bir alanla karşılaşırsın. Soruların niteliği değişmiştir: “Bugün ne yapmalıyım?” yerini “Ben kimim?” sorusuna bırakır. Artık aradığın bir kariyer, başarı ya da onay değil; kendi öz benliğindir...

İçinde, tanımlanması zor bir boşluk belirir. Kalabalıklar arasında bir yalnızlık hissi büyür. Maddi anlamda sahip oldukların artar, ama anlam azalır. Bu varoluşsal kriz, belki bir kayıpta, belki bir sessizlik anında, belki de bir yıldızın altında netleşir. O an, içinden bir ses yükselir ve sana şöyle der:

"Her şeyi elde etmeye çalıştın, ama kendinden uzaklaştın.”

İşte bu, dönüşümün başladığı andır. Bir tür içsel kırılma yaşanır. Martin Heidegger’in Dasein (varlıkta-olma) kavramında olduğu gibi, insan kendi varlığının sorumluluğuyla yüzleşir. Bu süreçte kişi, öğrendiği her şeyi unutur, bildiğini sandığı her şeyi sorgular. Toplumsal roller soyunur, etiketler düşer. “Ben kimim?” sorusu, tıpkı Nietzsche’nin Übermensch (üstinsan) idealinde olduğu gibi, egonun katmanlarını parçalayarak gerçek özü ortaya çıkarır...

Bu dönüşüm bir yok oluş değil, özgürleştirici bir arınmadır.

Zamanla kişi, sessizlikte huzur bulmayı öğrenir. Doğanın ritmi, bir nefesin akışı, ĺbir kedinin bakışı ya da eski bir kitabın sararmış sayfaları bile anlam kazanmaya başlar. Dış dünyayla savaşmak yerine onunla uyum içinde dans etmeye başlarsın. Bu noktada Stoacı filozofların amor fati dediği gibi, insan kadere teslim olmayı bir zayıflık değil, derin bir bilgelik olarak görmeye başlar: Kaderi sevmek, varoluşun akışına güvenmektir...

Ve en sonunda, dönüşümün yönü netleşir: Bu bir yükselme değil, özüne doğru bir iniştir. Platon’un mağara alegorisindeki gibi, gölgelerden çıkıp hakikatin ışığına yürürsün. Bu içsel yolculuk, Søren Kierkegaard’ın öznel hakikat anlayışında olduğu gibi, kişinin kendi varoluşsal gerçeğiyle yüzleşmesidir.

Bu Bir Hikâye Değil, Bir Zorunluluk

Bu anlatı bir hikâye olabilir. Belki de bir bireyin içsel uyanışını sembolize eden şiirsel bir tasvirdir. Ama aynı zamanda çok daha fazlasıdır: İnsan varoluşunun kaçınılmaz gerçeğidir bu. Her birey, yaşamının bir noktasında bu çağrıyla karşılaşır.

Tıpkı Heidegger’in dediği gibi, insan kendini sorgulamadan gerçek anlamda “var” olamaz. Bu yüzden “kendine doğru” bir yolculuk, sadece kişisel değil, aynı zamanda ontolojik (varlıksal) bir zorunluluktur.

Belki bu bir hikâye…
Ama aslında bir kaderdir:
İnsan, sonunda kendine dönmek zorundadır...

Önceki Haber Fırsat Eşitliği: İnsan Onurunun ve Adaletin Temeli...
Sonraki Haber "En Kötü Barış, En Haklı Savaştan Daha İyidir"
Benzer Haberler
Rastgele Oku