Giden Sadece Ben Değildim...

Giden Sadece Ben Değildim...

Birol KESKİN İstanbul’u sizler için yazdı...

[email protected]

Ben 70’lerin İstanbul’unda vapur güvertesinde, kömür kokusuna karışmış deniz tuzunu içime çektim.Pendik hâlâ uzak bir köy gibiydi, Bakırköy’e gitmek pasaport istemezdi ama yine de yanına azık alınırdı.
Haliç’in sularında mavilik vardı, kıyısında çocuklar oltayla istavrit tutardı; bazen balık oltaya gelmezdi ama komşu balıkçıyla lafa takılır, eve boş kova ama dolu muhabbetle dönülürdü...

Haydarpaşa Garı’ndan tren kalkacağı zaman, deniz kokusuna karışan kömür buharı burnuma dolardı.Giședeki memur bilet uzatırken gülerek derdi ki:
— Nereye gidiş?
— Memlekete… Ama döneceğiz.
— Dön be kardeşim… İstanbul sensiz eksik olur...

Kadıköy balık çarşısında tezgâhın başındaki balıkçı, parmağıyla istavriti işaret ederdi:
Abim bak, bu sabah Boğaz’dan çıktı. Şimdi yer, akşama unutursun.Biz de alır, Moda sahiline oturur, simit-peynirle yakamoz izlerdik. O ışıklar denizin üstünde dans ederken, “dünya bizim” derdik, ama cebimizde sadece minibüs parası olurdu...

80’lerin İstanbul’unu bilirim…
Taksim Meydanı’nda rüzgâr öyle eserdi ki, kuşlar bile yan yan yürürdü.Topkapı otogarında köyden gelenlerin valizleri hep büyüktü, çünkü umut fazla yer kaplardı.
Elektrik kesintisinde apartman karanlığa gömülür, merdivende komşuya rastlayınca “Aaa siz de mi elektriksizsiniz?” diye sorardık; sanki binada elektrikli imtiyazlı bir daire varmış gibi...

Kadıköy-Bostancı hattında dolmuşçuluk yapan babamı bilirim.Onun 54 model Plymouth’u, o eski caddelerde ayrı bir efsaneydi. Durak tam da Osmanağa Camii’nin önündeydi; Kadıköy’e indiğimde babamla orada karşılaşmak, o güler yüzünü görmek bana tarifsiz bir huzur verirdi...

Hafta sonu Adalar’a vapur kalkardı. Büyükada kalabalık gelirse Burgazada’ya, Burgazada da doluysa “hadi Sedef’e kaçalım” derdik. Orada deniz sessizdi, kumlar sıcak, biz ise şehirden bir adım uzak olmanın hafifliğinde…

90’ların İstanbul’unu bilirim…
Sahaflarda eski kitap kokusu hâlâ ağır basardı, ama vitrinlerde Walkman’ler, CD’ler parıldardı. Vapurda “Korsika geçişi” diye bilinen o kış sertliğinde, burnumuz kıpkırmızı, ceplerimizde eller, avuçlarımızda sımsıcak bir demli çay olurdu...

Yan masadan “Burhan Pazarlama”nın sesi gelirdi : Hanımefendi, bu bıçağı alın, ekmeği kesmezse suratımı kesin! Millet güler, hem malını alır hem muhabbetini… Yol, şarkılı türkülü kısa gelirdi...

Ve 1995
O yıl ayrıldım İstanbul’dan, memleketten.
Arkamda Haliç’in sabah sisi, Kadıköy çarşısının kalabalığı, Moda’da yakamozlu akşamlar, Sedef Adası’na kaçışların huzuru, vapurda kış ayazında demli çayın tarifi olmayan keyfi kaldı...

O günden beri ne balık aynı balık, ne rakı aynı rakı. Belki kadehin şeffaflığı, belki balığın pulları aynı…

Ama masadaki sohbet eksik, yan masadan yükselen kahkaha eksik, gece yarısı denizden gelen iyot kokusu eksik.İstanbul artık benim doğduğum, büyüdüğüm, 32 yaşıma kadar yaşadığım şehir değil.Sokak isimleri aynı, ama ruhları yabancı.Köprüden geçerken rüzgâr hâlâ yüzüme vuruyor ama o rüzgârın getirdiği hikâyeler değişmiş...

Şimdi uzaktan bakıyorum…
Belki hâlâ aynı ışıkla parlıyor geceleri, ama o ışığın beni çağıran tonu yok.Biliyorum ki bazı şehirler sadece sokaklardan değil, hatıralardan yapılır.Ve hatıralar gidince, şehir de başka bir şehir olur...

Ah be İstanbul…

Önceki Haber **KUŞATMA ALTINDA BİR ÜLKE : SAHTE DEVLETİN İSLAMLAŞMA SİLAHI**
Sonraki Haber Sınıf mücadelesi, dijitalleşme ve konfor tuzağı...
Benzer Haberler
Rastgele Oku