Birol KESKİN'den bir İstanbul öyküsü...
Fotoğraf : Ali ÖZ…
[email protected]
İstanbul'un en sevdiğim ritüeliyle başladı her şey: Vapurun o enfes gürültüsü, denizin üzerinde süzülürken arkasındaki köpükler ve martılar ile Karaköy'e, oradan Galata'nın siluetine ve nihayet İstiklal Caddesi'nin sonsuz enerjisine uzanan bir yolculuk...
Amacım, yenilenen AKM'yi görmek ve Gezi Parkı'nın hafızasında kısa bir yürüyüş yapmaktı. Cadde, her zamanki gibi, gürültülü, kalabalık ve binbir hayatın iç içe geçtiği bir labirentti. Yüzlerce kez gelmeme rağmen, bu enerji beni her seferinde heyecanlandırıyordu...
Akşam iyice çökmüş, hava serinlemişti. Tam caddenin orta yerinde, kalabalığın içinde aniden duran bir hayat, dikkatimi çekti. Sırtında minik bir bebek, yanında ise 6-7 yaşlarında, annesinin eteğine sıkı sıkıya tutunmuş, mahzun bakışlı bir oğlan çocuğu. Önünde, el yapımı renkli bileklikler, incik boncuklar. Yüzü, doğu'nun derinliklerinden süzülüp gelmiş gibi çekik ve güzel; saçları sıkı bir at kuyruğunda toplanmıştı. Güler yüzlüydü, ama gülüşünün ardında derin bir ıstırap vardı...
Yaklaştım. Kırık Türkçe'si, onun bu toprakların kadim misafiri olduğunu doğruladı. Hikâyesi yüreğime bir yumruk gibi oturdu: Küçük oğlunun kalbi delikti. Bir ameliyat olmuşlar, yetmemişti. Tekrar bıçak altına yatması gerekiyordu. Ve bu, "çok para" demekti. "Çok, hem de çok..." diye tekrarladı. Çocuklarının babası ise bu yükün altına girmektense, hayatlarının içinden çekip gitmişti. "Allah'tan umut kesilmez," dedi, o incelikli gülümsemesiyle. Sanki kendinden çok bana umut vermeye çalışıyordu...
Tezgâhındaki her boncuk, oğlunun sağlığına açılan bir kapının anahtarıydı. Cebimdeki parayı çıkartıp uzattığımda, önce bir direnç gördü gözlerinde. Gururuyla çaresizliği arasında gidip gelen bir bakıştı bu. "Bu, benim için bir kahve parası," dedim, "sizin için ise bir adım daha yaklaşmaktır oğlunuza. Lütfen kabul edin."
Sonunda, gözleri buğulu bir şekilde, titreyen elleriyle aldı. O an, arkasındaki küçük oğlanın gözlerinde de aynı ıslaklığı gördüm. Amacım onları hüzünlendirmek değil, yalnız olmadıklarını hissettirmekti. Yanaklarından süzülen bir damla yaş, tezgâhın üzerindeki boncuklardan birine düştü ve orada, İstiklal'in ışıklarında küçük bir umut pırıltısı olarak parladı...
Oradan ayrılıp caddenin kalabalığına karıştığımda, cebimdeki paranın değil, yüreğimdeki o buruk umudun ağırlığıyla yürüdüm,Taksim'e doğru...
AKM’nin ışıkları ne kadar görkemli, Gezi’nin ağaçları ne kadar sakin olursa olsun, o akşam bana şunu öğretti: Şehrin bütün ihtişamı, bir annenin gözyaşında silinip gidebiliyor. İstiklal kalabalığı koşar adım akarken, ben yalnızca o küçük tezgâhın önünde duran çaresizliği taşıyordum...
Anladım ki, iyilik çoğu zaman yaraları kapatmaz; yalnızca acının yanına oturur, bir nebze olsun hafifletir. Yine de biz veririz — cebimizden az, yüreğimizden çok. Ve ardından, içimizde sessiz bir yükle yürümeye devam ederiz...
Belki de bu şehrin gerçek yüzü, ışıklarda değil; aramızda paylaşılan o sessiz, ağır ve hiç bitmeyen “Keşke”lerde gizlidir...