Birol KESKİN'in yazısı...
[email protected]
*Özet...
Bu çalışma, “Orta Doğu” kavramının kökenini ve emperyalizm bağlamındaki tarihsel ve güncel işlevini eleştirel bir perspektifle analiz etmektedir. Kavramın coğrafi olmaktan çok siyasal bir araç olduğuna dikkat çekilmekte;
1. Dünya Savaşı sonrasında başlayan paylaşım sürecinin günümüzde farklı araçlarla sürdüğü savunulmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla oluşturduğu dengeleyici çizginin 1938 sonrası zayıflaması ve özellikle Erdoğan iktidarıyla birlikte emperyal projelere entegrasyonu, bu sürecin bir parçası olarak değerlendirilmektedir. Bu bağlamda, bölgenin sadece sınırları değil, aynı zamanda kimlikleri ve siyasal tahayyülü de dış müdahalelerle şekillendirildiği vurgulanmaktadır...
*Giriş: Neden ve Neye Göre "Orta Doğu"?
Günümüzde Orta Doğu’yu ve bu bölgede yaşananları daha iyi anlayabilmek için, önce bu kavramın kendisini sorgulamamız gerekmektedir: Neden ve neye göre "Orta Doğu"?
Bu adlandırma, Batı merkezli bir dünya görüşünün ürünüdür. İngiltere'nin Hindistan’la olan tarihsel bağlamında şekillenen bu kavram, Hindistan’ın doğusunda kalan coğrafyalara “Uzak Doğu”, batısında kalanlara ise “Orta Doğu” denmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda Orta Doğu, yalnızca coğrafi bir tanım değil; aynı zamanda sömürgecilik ve emperyalizm kokan bir söylemdir...
Bu kavramsal çerçeve, yalnızca bölgeyi adlandırmakla kalmaz, onu belirli siyasal ve ekonomik çıkarlar doğrultusunda tasnif eder, biçimlendirir ve kontrol altına alır. Bugün Orta Doğu’da yaşanan krizleri anlamak, bu kavramın tarihsel-politik işlevini açığa çıkarmakla mümkündür...
1. Dünya Savaşı ve Emperyal Haritanın Oluşumu...
1. Dünya Savaşı, yalnızca Avrupa merkezli bir hegemonya mücadelesi değil; aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiyesiyle birlikte Orta Doğu’nun yeniden inşası anlamına gelmiştir. En kritik belgelerden biri olan Sykes-Picot Anlaşması (1916), Fransa ve İngiltere’nin Osmanlı topraklarını cetvelle çizilmiş sınırlarla paylaştığı bir emperyal planlamadır. Etnik, dini ve kültürel gerçeklikler göz ardı edilerek oluşturulan bu sınırlar, bölgedeki kronik istikrarsızlıkların başlıca nedenidir...
Bu süreçte kurulan devlet yapıları ve iktidar düzenleri, Batı’nın çıkarlarına hizmet edecek şekilde dizayn edilmiştir. Böylece Orta Doğu, yalnızca sömürgeci yönetimlerin değil; sömürgeci aklın sürekliliğini sağlayan bir politik düzleme dönüştürülmüştür...
*Cumhuriyet Türkiye’si: Denge Unsurundan Uyumlu Aktöre...
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş yıllarında Orta Doğu’da oluşan emperyal düzene karşı dolaylı bir denge unsuru olarak varlık göstermiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesiyle biçimlenen dış politika anlayışı, Türkiye’yi Batı’nın bölgesel müdahalelerinden uzak tutmuş; aynı zamanda bölge halklarıyla çatışmayan bir pozisyon yaratmıştır...
Ancak bu bağımsızlıkçı duruş, 1938 sonrası zayıflamaya başlamış, Soğuk Savaş döneminde NATO üyeliği ve Batı eksenli politikalarla giderek emperyal sistemin bir parçasına dönüşmüştür. Bu dönüşüm, özellikle 2000’li yıllarda Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarıyla birlikte açık bir kopuş noktasına ulaşmıştır...
Recep Tayyip Erdoğan’ın “Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) eşbaşkanıyım” ifadesi, Türkiye’nin artık yalnızca izleyici değil; emperyal stratejilerin aktif bir uygulayıcısı olduğunu ilan etmesi anlamına gelir. BOP’un temel hedefi; sınırları, rejimleri ve halkları yeniden şekillendirmek, bölgede ABD öncülüğünde ekonomik ve siyasal bağımlılığı kurumsallaştırmaktır. Türkiye’nin bu projede üstlendiği rol, Cumhuriyet’in kuruluş ilkeleriyle açık bir tezat oluşturmaktadır...
*21. Yüzyılda Güncellenmiş Paylaşım Retoriği...
Günümüzde Orta Doğu, klasik sömürgecilikten farklı olarak; vekâlet savaşları, ekonomik bağımlılık mekanizmaları, siyasal manipülasyonlar ve medya mühendisliği yoluyla yeniden paylaşılmaktadır...
Irak’ın işgali (2003), modern emperyalizmin doğrudan askeri müdahale biçimidir...
Arap Baharı, başlangıçta halkların özgürlük arayışı olarak sunulmuş; fakat kısa sürede emperyal müdahalelere açık bir zemin haline getirilmiştir...
Suriye İç Savaşı, vekâlet savaşlarının ve küresel güçlerin doğrudan müdahalesinin en net örneğidir. Türkiye bu süreçte hem taraf olmuş hem de iç siyasetini bu çatışmalarla paralel olarak yeniden şekillendirmiştir...
İsrail-Filistin meselesi, tarihsel bir adaletsizliğin Batı tarafından sürdürülen bir statüko aracı haline geldiğini göstermektedir...
Bu yeni paylaşım sürecinde emperyalizm yalnızca kaynakları ya da toprakları değil; kimlikleri, inançları, hafızaları ve gelecek tahayyüllerini de yeniden yapılandırmaktadır...
*Sonuç: Coğrafyayı ve Hafızayı Geri Almak...
“Orta Doğu” terimi, Batı’nın dünyayı kendi merkezi etrafında yeniden tanımlama ve dizayn etme arzusunun bir ürünüdür. Bu kavram, sadece bir coğrafi sınıflandırma değil; aynı zamanda halkların hafızasını silen, kimlikleri dönüştüren ve bağımsızlık taleplerini etkisizleştiren hegemonik bir araçtır...
Bugün Türkiye de dahil olmak üzere bölgedeki halkların görevi, bu zihinsel kuşatmayı aşarak kendi tarihlerini, kimliklerini ve siyasetlerini yeniden tanımlamaktır. Bu yalnızca dış müdahalelere karşı bir direnç değil; içeride emperyal projelere hizmet eden iktidar yapılarına karşı da bir mücadeledir...
Türkiye’nin kuruluş felsefesine dönmesi, bölge halklarıyla eşitlik ve dayanışma temelinde yeni bir dış politika geliştirmesi ve emperyal sistemin dışında konumlanması;
hem kendi iç barışının hem de bölgesel istikrarın anahtarı olacaktır — ve olmak zorundadır...
Bu, yalnızca bir siyasal tercih değil; tarihsel bir sorumluluk ve toplumsal bir zorunluluktur…