GÖRMÜŞTÜ BU HALKIN EVLATLARI...

GÖRMÜŞTÜ BU HALKIN EVLATLARI...

Birol Keskin yazdı…
[email protected]

Fotoğraf  : DAY-MER…

Giriş...

1950 ile 1970 arasında Türkiye’de doğan kuşak, yoklukla büyüdü ama bilinçle direndi. Tarladan üniversiteye, zindandan meydanlara uzanan bu nesil; sadece kendi yaşamı için değil, halk için, özgürlük ve eşitlik için mücadele etti. Bugün yaşadığımız birçok karanlığı yıllar önceden gördüler, söylediler, uyardılar...

Bu yazı, o kuşağın tarihsel tanıklığına, unutulmuş sesine ve geleceğe bıraktığı derin mirasa bir saygı duruşudur. Aynı zamanda bir mektup, bir vasiyet ve bir çağrıdır:

“Mücadele biçim değiştirir, ama özü hep aynıdır : İnsanın tahakküme karşı asla vazgeçmeyen ihtirası.”

1950–1970 arasında doğanlar, sadece yoklukla değil; adaletsizlikle, baskıyla ve inkârla da mücadele ederek büyüdü. Köyde bir çift öküzle tarlayı, şehirde bir umutla yokuşları tırmanmayı bildiler. Ayakkabısız okula gitmeyi, gaz lambasında ders çalışmayı, annesinin kara yazmasını, babasının nasırlı ellerini gördüler...

Ama bu yokluk onları yıkmadı. Aksine; bileyleyip sertleştirdi, derinleştirip bilinçlendirdi. İçlerinden devrimciler, işçiler, öğretmenler, halk çocukları çıktı. Onlar vatanlarını çok sevdiler, tam bağımsızlık için mücadele verdiler. Bilinçli olarak Atatürk ve Cumhuriyet iyi öğretilmedi belki ama çoğu devrimi, sosyalizmi öğrendi. Haksızlıklar ve hukuksuzluklarla mücadele ettiler, hapishanelerde yattılar, işkencelerden geçtiler, ezildiler. Ama dedikleri birer birer çıktı, çıkmaya devam ediyor...

Gerçeğin Gölgedeki Okulu...

Öğretmediler onlara Cumhuriyet’in özünü. Kitabını verdiler ama ruhunu sakladılar. Ama onlar kitapların arasından sıyrıldı; bir sayfada Köy Enstitülerinin direnişini, ötekinde Deniz Gezmiş’in son mektubunu, bir köşede "memleketim, insanım, yaprağım, karıncağızım" diyen Nâzım’ı buldu. Marx’ın "işçi sınıfı" dediğini, onlar köydeki ırgatın alın terinde gördü. Vatan nedir sorusunu; bayrakla değil, "hak, ekmek ve hürriyet" üçlüsüyle cevapladılar...

Kadınların Sessiz Devrimi...

Unutulmasın: Bu kuşakta evinde ekmek mayalarken devrim hayal eden kadınlar da vardı. Fabrikada dikiş makinesi başında grev örgütleyen, cezaevinde idam sehpasına yürürken "Yaşasın mücadelemiz!" diye haykıran, meydanlarda ilk taşı atan analar... Onlar, sessizliğin içinde çelikleşen bir iradeyi temsil ettiler...

Dediler ki:

"Tüm halklar kardeştir – Kürt’ü, Türk’ü, Alevi’siyle!" "Din afyondur; aklı zincirleyen prangadır" "Bu düzen sömürünün ta kendisidir" Ve daha üniversite sıralarında fark ettiler : "Vatanı sevmek yetmez, kurtarmak gerekir!"

Kırılan Bedenler, Yenilmeyen Ruhlar...

Susturmak istediler onları. İşkence tezgâhlarından geçirdiler, zindanlarda çürüttüler. Kimi darağacında "Biz ölünce toprak altında kemiklerimiz bile barışık olmayacak!" diye haykırdı, kimi sürgünde "Göremesem de güneşin doğuşunu, bu tohum filiz verecek!" diye inandı. Tarih gösterdi ki : Gerçek, zulmün karanlığında bile bir çakıl taşı gibi parlıyor...

Bugün: Tarihin Sessiz Çığlığı...

Şimdi tam da onların yıllar önce uyardığı gibi:
Vatan emperyalizmin kıskacında, tarikatlar devleti ele geçirmiş, adalet yerlerde sürünüyor. Ama o nesil ardında sadece yenilgi değil, onurlu bir miras bıraktı:
"Karanlık ne kadar derinleşirse, aydınlık o kadar yakındır!"

BİZİM KUŞAKTAN TORUNLARA MEKTUP...

Biz ki o ateşi taşıdık,şimdi size bıraktığımız kıvılcımda tarihin sorusu yanıyor:Özgürlük, zincirleri kırdığın an mıdır, yoksa yeni zincirler üretmeyeceğine dair verdiğin söz mü?

Farklı meşaleleriniz var biliyorum : İklim aktivisti, doğanın sessiz çığlığını, insanlığın vicdanına taşıyor,kadın direnişi, bedenin kutsal bir mekân olduğunu haykırıyor,dijital köleliğe isyan, yeni bir özgürlük ontolojisi arıyor...

Bilin ki : Mücadele biçim değiştirir ama özü hep aynı kalır:İnsanın tahakküme karşı asla vazgeçmeyen ihtirası!

BİR DEVRİMCİNİN FELSEFİK VASİYETİ...

1. Zamanın Bilgeliği:
"Karanlık derinleştikçe aydınlık yakınlaşır" derdik.Şimdi biliyorum: Asıl aydınlık, karanlığı tanıyan gözlerdedir.Tıpkı Mamak zindanındaki o genç yoldaşın,
Duvarı kazıyarak yazdığı söz gibi:
"Gece ne kadar karanlıksa, yıldızlar o kadar görünür!"

2. Köprünün İki Yakası : Bizler – geçmişin tanıkları, geleceğin tohumları –zamanın çift taraflı aynasıyız.Bir yüzümüzde idam sehpalarının gölgesi,diğer yüzünde sizin dirilteceğiniz baharlar.İğnemiz: Sorgulayan bilinç.İpliğimiz: Nesiller arası sorumluluk...

3. Devrimin Metafiziği : Nâzım'ın "tohum" metaforu yanıltmasın : Toprağa düşen tohum değil, sonsuz bir sözleşmedir. Çünkü:
"Ölen bedenlerdir, fikirler toprağa gömülemez.İnsanlık, küllerinden doğan anka kuşu gibi ; Özgürlük tutkusuyla her çağda kanat çırpar."

4. Son Gerçek Çağrım : Size bıraktığımız miras : "Dünyayı değiştirmek kutsaldır" dogması değil.Çelişkilerle yüzleşme cesaretidir : Tarihimizdeki hataları görmezden gelmeden,mücadelenin kutsalını putlaştırmadan,insanı araçsallaştıran hiçbir ideolojiye teslim olmadan...

Mücadelemizi Size Bırakıyoruz:

"Düşünce kılıcınızı kuşanın!
Çünkü zincirler en çok aklın uykusunda takılır.Uyanışınızın sesi, tarihin sessizliğini parçaladığı an ; İşte o an, gerçek devrim başlar..."

SON SÖZÜMÜZ:

"Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine...
Bu hasret bizim,Bu inanç sizin olsun!"
Nâzım Hikmet’in bizlere armağanı, sizlere vasiyeti...

Not : Bu metin, 62 yıllık bir mücadele yolcusunun zihninde, kalbinde ve ruhunda birikenlerin suretidir...

Önceki Haber Küller ve Yankılar...
Benzer Haberler
Rastgele Oku